Mağara da cezaevi de “doğma”ya yarayabiliyor demek, en azından bir yanıyla. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın öykülerini topladığı “Seher”i okumaya koyulduğumda, obur bir okur olarak -hep olduğu gibi- kitabı nasıl okuyacağımı bilemediğimden, bende yol açtığı çağrışımlara teslim olmayı seçtim.
Kitabın, bir öykü kitabı olarak “edebi” değeri, Türkçe öykü dağı içinde konumlanabileceği yer, biçim ve içerik özellikleri, siyasetçi veya değil Kürt okur yazarların Türkçe edebiyat üretimine yönelişlerinin sırları, sonuçları, benim ilgi ve bilgi alanlarımı aşan şeyler.
'TÜRKİYELİ' BİR OKUR
Fakat Selahattin Demirtaş’ın bir edebi ürün türüyle karşımıza çıkması, siyasal süreçleri izlemeye çalışan bir gazeteci olarak edebiyat-siyaset ilişkisi, bir siyasetçinin edebi metni üzerinden zihin dünyası ile siyaseti arasındaki bağlar konusunda düşünebilmek için bir olanak. İlk gün, kapatma mekanları ve yaratma çabası etrafındaki çağrışımlarla yetindim; bugün kitaba daha yakından bakmayı deneyeceğim. Siyasetçi “kapatılmak”la ölmüş olmadığına göre, o kitabın içinde bir şeyler olmalı. Ne var ne yok hepsini tüketemem ama ne gördüm ne görmedim, onu yazmayı deneyeceğim.
Mağara, cezaevi ve Demirtaş’ın ‘Seher’i
Demirtaş’ın yer aldığı siyasi hareketin, DEP’ten HDP’ye gelen çizginin en çok aldığı öneri veya eleştiri (kimi zaman bir emir, kimi zaman küstahça bir akıldanelik, kimi zaman da dostça olduğunu düşünen bir tarzla, nadiren dürüst siyasal bir perspektifle) “Türkiyeli” olmaktır; öykülerin dili, konuları, biçimleri Demirtaş’a yönelik “Türkiyeli ol” talimatını saçmalık düzeyine indirebilir. Çünkü Demirtaş’ın iyi bir okur olduğu anlaşılıyor hemen; Türkçe edebi metinler okuru. Ezilenlerin öykülenmesi konusundaki seçiciliği iyi bir Orhan Kemal okuru, mizahı bir Aziz Nesin ve elbette Musa Anter okuru olduğunu işaret ediyor.
Bir okur? Bir okur, bir “yazar”dır, en azından Roland Barthes gözüyle.
“Seher”i bitirdiğimizde, ilk peşin Selahattin Demirtaş’ın bir okur olduğunu anlıyoruz, okur ama elimizdeki kitapta adı yazar olarak yer alıyor.
Fransız filozof Alain Badiou, felsefi söyleminin çatısını kurarken dört temel eylem ve bilgi alanı tanımlar: Bilim, sanat, politika ve aşk. Bu dört alandan aşk dünyayı yaratırken, bilim anlamaya, sanat güzelleştirmeye ve politika da çekip çevirmeye yarar, en kaba özetle. Bir politikacı, çekip çevirmeye yöneldiği dünyanın temel alanlarından birinde daha, sanatta iş üretme peşindeyse hem kendisiyle hem dahil olduğu hareketle hem de karşısına çıktığı kitlelerle “salt politikacı” olmaktan daha derin ilişkiler kurma arzusundadır. Demirtaş da “edebiyat”ı, bir okur olarak yakınlık hissettiği ve önem verdiği anlaşılan edebiyatı.
TERSE DÖNEN ROLLER: BABALAR ve KIZLAR
“Öykü”ler içinde, en çok ilgimi çeken, “Tarih Kadar Yalnız” oldu. Murathan Mungan’a (aslında dipnot gerektirmeyecek kadar) açık göndermelerin de yer aldığı öykü, şaşırtıcı bir iç fikir taşıyor. Babasıyla pek de sıcak ilişkileri olmayan yüksek eğitimli bir kadın ve kocası, babanın ölümü üzerine memlekete giderler. Çok sevdikleri bir yazarın kitaplarını babanın terekesindeki defterlere yazılmış şekilde bulurlar. Şaşırırlar. Pek de eğitimli olmayan babanın, kendileri seviyor diye öyküleri defterlere geçirdiğini düşünürler. Definden sonra babanın bir arkadaşı çıka gelir. Sevdikleri yazarın ta kendisidir. Baba onun kitaplarını deftere geçirmemiş, babanın o deftere yazdıklarını kitap yapmıştır. Baba, yayınlamak istememiş, ancak arkadaşının adıyla yayınlanmasına razı gelmiştir.
Doğum anından itibaren, yani Tanzimat döneminden “Babalar ve oğullar” ilişkisindeki sorunlarla görünen (Jale Parla ilk kuşakları “yetim” diye tanımlar) Türkçe edebiyatta “babalar ve kızlar” ilişkisine geçiş bir yana, kültürel ilişki, yazı-eğitim düzeyi, kuşakların birbiriyle teması gibi birçok alanda her şeyin yerini değiştirir öykü. Eğitimli çocukların sevdiği yazar, babalarının hayaletidir; kendisinden “yazı” beklenmeyen, ancak “kopya” yapabileceği düşünülen baba, asıl “yazar”dır. Asıl-suret, eğitimli-eğitimsiz, okur-yazar yer değiştirmiştir.
‘SEHER’İN KADERİ
Kitaba adını veren “Seher”in katı “toplumsal gerçekçi” dramla eklemlenmesi söz konusuyken, “Tarih Kadar Yalnız”, modernist edebi oyunculukla ilişki içindedir. Kız ve kocası, “kentsel dönüşüm”le zengin olan zamane beyaz yakalısıyken, Fikirtepe’deki dönüşümden hayli para kazanmış kişilerken, yalnız ve münzevi baba “mirası har vurup harman savurulan” Osmanlı babası, evlat ise babayla aynı topraktan olanların sırtından üretilmiş ekonomiyle onların mülklerini talan eden sisteme eklemlenmiş kadir bilmezlerdir. “Babalar ve oğullar” öykülerinde düştükleri sefih hayatta perişan olan, dönüşmeyen karakterler söz konusuyken, Demirtaş’ın anlatıcısı olan kız evlat, mezara kapanıp toprağını avuçlar; dönüşmüş bir karakterdir. Fikirtepe için kişisel bir not: Memleketten İstanbul’a göç ettiğimiz zaman Harem’den Fikirtepe’ye, babamın dayısı Sarı Süleyman’ın (Kılınç) Ankara asfaltına bakan evine geçmiştik. Otoyoldaki arabaların çınlamaları, televizyonda söyleyen Cem Karaca, İstanbul’dan aklıma, ruhuma ilk kazınan enstananelerdi. Bugün o evin yerinde gökyüzünü çalan devasa bir “bina” duruyor; politikacının kentsel dönüşümü bir nutuk içinde değil de bir öykü içinde, Fikirtepe’de büyümüş olabilecek bir kadının oranın rantına ortak oluşuyla anlatması, öyküye dikkatimi çeken asıl sebeptir belki de.
Demirtaş'ın kitabı Seher'in 5. baskısı çıktı
Seher’in yazarı, Seher’e ne kadar katı davranmışsa adsız rantçı kadın karaktere o kadar velut davranmıştır. Seher, “namus cinayeti” pop başlığı altında tanıklık ettiğimiz fenomenin, katili olacak kardeşine sevgisini ölüm anında aktaran çaresiz bir figürken, hayalet yazarın kızı hiç değilse ruhsal dönüşüm imkânı bulmuştur. Kudretli geleneksel babanın hazırladığı ölüm, kıstırılmış Seher tarafından eli öpülerek karşılanır; silik, çünkü kendini bile bile silmiş yazar babanın eğitimli kızı ise babanın önemine ancak onun ölümünden sonra akıl erdirebilir.
TEMİZLİKÇİ NAZO
Yıkıma yazgılı “en alttakiler”le dönüşüm imkânı bulunan “orta”dakilere ait iki zıt öykü arasında, “Temizlikçi Nazo” ile bir ara bölge yer alıyor: Nazo, ne Seher gibi aşamayacağı bir erkek-egemen gelenekselciliğin, ne isimsiz anlatıcı gibi önemsemediği babasının sağladığı imkanlarla sınıf atlamış neo-liberal ekonomizmin insanıdır; tam ara yerde durur: İşçi ama vasıflı işçi bir babanın iş kazasında ölümünden sonraki yoksullukla baş etmeye çalışırken devletle karşılaşır ve dönüşür. Seher, görmesi yasak olanken, isimsiz yazar görmeyi bilmeyendir; Nazo ise ekonomik olarak Seher’e yakın bir isimken kültürel olarak isimsiz anlatıcının dünyasını da iyi bilen (ev temizlikçisi) ama işçi babasından miras araba sevgisini, sınıfsal tasvirleri için alegori olarak kullanan bir modern zaman işçisidir. İşten eve koştururken tesadüfen eylemin ortasına düşer, gözaltı ve cezaevi mecbur olur. Fakat bunlar Nazo için yıkım değil, müthiş görme kabiliyetiyle karşılaştığı kişilerin yüz çizgileri, duruşları, giysileri ve sınıfları arasında otomobil üstünden kurduğu metaforlarla işleyen zihinsel dünyası, bir meydan okuma arzusu uyandıran bir doğuş gibidir. Nazo, cezaevinde doğar: “Bekle beni Ankara.”
Demirtaş, yıkıma uğrayan Seher, yediği haltlara uyanan isimsiz zamane zengininin dünyası arasına konumlandırdığı Nazo, cezaevinde doğmuş olmakla kitabın öyküsünün bir kısmını kendi içinde taşıyan anlatısal eşi gibidir. Ecevit’in mağarada doğumunu imgelediği insan, Nazo’da cezaevinde yeniden doğmuşsa, Demirtaş da “Seher” kitabıyla, öldürülmek istenen siyasetçinin edebiyat ile yeniden doğmuştur. Fakat nasıl? Bir “edebiyatçı” olarak mı? Pek değil: Bir kahraman olarak. Bir anlatı kahramanı olarak. Selahattin Demirtaş, “Seher” adlı öykü kitabının yazarı politikacı Selahattin Demirtaş, kitabın anlatıcısını Abdullah Zeydan ile aynı cezaevinde kalan bir “öykü kahramanı” haline getirerek, “HDP Eş Genel Başkanı”nın cezaevinden yollayacağı olağan söylevlerinden çok daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağlamış görünüyor.
NOT:
Elbette, politikacıya burada “kötü niyetli” olduğu, “sanat”ı, “siyaset”ine alet etmek istediği eleştirisi getirilebilir; oysa politik karakterlerin insanlığın mirası olan anlatım tarzlarından herhangi birine yönelmesini böyle eleştirmek, siyasetçinin siyaset, edebiyatçının edebiyat, kunduracının kundura, marangozun masa sandalye işi yapmasını dilemekten öteye gitmez. Bu eleştiriye yüz vermek, cezaevinde “mesleği”nden başka işe yönelmiş herkesi mesleğine mahkûm ederek ikinci bir hapishane açmak demektir.
Bir de, dünkü yazıdaki “cezaevinde yazanlar” listesi elbette bir hayli eksik. Nitekim, Türkiye sol siyaset tarihinin cezaevinde çok uzun yıllar (22 yıl) geçirmiş siması, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın listede olmayışına eleştiri geldi. Haklıydı. Malum, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, cezaevini kendi deyimiyle “bir (kızıl) üniversiteye” çevirmiş, Kuran yorumlamaktan devrim taktik ve stratejilerine hayli geniş bir külliyat üretmiştir. Bugün üniversiteler cezaevine çevrilirken, cezaevini üniversiteye ya da sanat-edebiyat işliğine çevirmiş kişilerin öyküleri, “kapatma”nın dönüp dolaşıp kapatanları mahkûm eden bir tarih ürettiğini de anlatıyor bize.
Demirtaş’ın Seher’i