“Yeni gibi de yoksa eski de gibi mi? / Eski de sanki hep yeni gibi mi? / Gibi gibi mi ya da kendisi gibi mi? / Olsa ya o da bi’ kendisi bi’ gibi / Olduğu gibi mi göründüğü gibi mi?” – Ahval ve Şerait, Hariçten Gazelciler
*
İngilizce’de ‘lesser evil’, Türkçe’de ‘kötünün iyisi’ ya da tek bir kelimeyle ‘ehvenişer’ dediğimiz mesele, seçimlerin önemli tartışma konularından bir tanesi. Her ne kadar her yerin farklı koşulları da olsa bu tartışma sadece Türkiye’ye has değil, bütün dünyada benzeri bir tartışma, sandıklar kurulur kurulmaz başlıyor.
Sosyalistler için de bazen bu ‘kötünün iyisi’ meselesi biraz kafa karıştırıcı olabiliyor. Belki bugün bizim açımızdan ‘kötü’ bellenilen, ‘daha az kötü’ ile arasını fersah fersah açınca, bu kavramlar da sanki fiilen tedavülden kalkıyor gibi geliyor. Ancak aslında ortadan kalkan, kötünün iyisini ‘seçmekle’ onu ‘benimsemek’ arasındaki fark.
Tarih boyunca sosyalistlerin ‘ehvenişer’ seçtiği anlar çoğunlukla bir ‘faşizm tehdidi’ tartışmasının yürütüldüğü anlardır. Burada taktiksel olarak düzen içindeki diğer güçlerle pragmatik bir destek ya da ortak hükümet girişimleri olarak tecelli eden pek örnek var elimizde. Kimisi başarılı bir şekilde sonuçlanır, kimisi de faşistlerce ezilir, başarısız olur. İlk bakışta iki sonuç varmış gibi duruyor. Ancak her ikisinin arasında bir ihtimal daha var: O da taktiksel destek yerine adanmışlığın tercih edilmesi, burjuvazinin günahlarına ortak olma ve düzen partileri arasında eriyip yok olup gitme.
Dolayısıyla anti-faşist cephe tartışmaları arasındaki çizgiler bazen incelirken biz de bu konuyu keskin bir sonuca varmadan, -bugünlerde çok moda olsa da- şu kişiye, bu partiye parmak sallamaktan kaçınarak hep birlikte tartışalım. Böylece sosyalist bir tutumun sütunlarını güçlendirebiliriz.
*
Söz konusu ‘iki buçuğuncu’ ihtimale dair verilen örneklerin başında İtalya’da yaşananlar geliyor. Son seçimlerde aşırı sağcı Giorgia Meloni’nin seçilmesi pek çok kişiyi şaşırtmıştı. İkinci sürpriz ise İtalya’da ‘sol’ bir alternatifin çevre ülkelere göre çok daha düşük bir ses bulduğu gerçeğinin farkına varılmasıydı. İtalya, bir PIGS* ülkesi olarak birçok anlamda Güney Avrupa ülkesi olarak değerlendiriliyor. Ancak çevresine göre artık daha zayıf bir sosyalist güce sahip. Oysa eskiden durumun böyle olmadığını gayet net bir şekilde görüyoruz.
Bizi ilgilendiren noktaysa bu muazzam gerilemede ehvenişer politikalarının da ciddi bir rolü var gibi görünüyor. Tabii ‘İtalyan sosyalist hareketinin gerileyişi’ çok daha geniş bir analiz gerektiren bir konu ve biz de kalkıp ‘sadece ehvenişer politikası yüzünden bu ülkede sosyalist hareket erimiştir’ gibi iddialı bir sonuca varmayacağız, baştan söylemiş olalım. Amaç, bu politikanın sosyalist hareketi nasıl etkilediği, alınan kararların faturası konusunda yapılan hesapların nelere yol açtığı gibi bir çerçeve çizmek.
In Defence of Marxism’de Fred Weston, konu hakkında bir yazı kaleme almış. Aslında yazı ABD seçimlerinde Donald Trump’a karşı Joe Biden’ın desteklenmesi gerektiğini savunanlara bir cevap olarak yola çıkıyor. Ancak detaylı bir şekilde incelediği İtalya örneği, genel olarak solun ehvenişer ile imtihanı çerçevesinde de ele alınabilir. Bizde bu yazıda geçen örneği kabaca aktararak söze başlayalım.
*
İtalya, 1970’lerde kapitalist dünyadaki en güçlü komünist harekete sahip ülkelerden bir tanesidir. Öyle ki İtalya Komünist Partisi’nin (PCI) oy oranı her zaman yüzde 20’lerde seyrederken 1970’lerde yüzde 34’lere kadar çıkar. Her ne kadar doruk noktasına ulaşmış olsa da bu zafer aynı zamanda ‘sonun başlangıcı’ anlamına gelir. Parti o tarihten bölündüğü 1991’e kadar istikrarlı bir şekilde oy kaybı yaşar. Peki neden?
Aslında solun etkisi 70’ler İtalya’sında sadece aldığı oy ile sınırlı değildir. 1960’ların sonunda militan işçi hareketi güçlenir, ülke bir dizi büyük grevle çalkalanır. Önce üyelerde daha sonra oy oranlarında bir artış yaşanır. Enrico Berlinguer’in liderliğinde ise tartışmalı bir süreç yaşanır. Kendisi, Şili’de 1973 yılında sosyalist lider Salvador Allende’ye karşı yapılan darbeyi ve takibinde sol için gelen yenilgiyi öne sürerek farklı bir taktiği savunur. ‘Tarihi Uzlaşı’ adı verilen bu yaklaşıma göre İtalya’daki faşizm tehdidinden korunmak için ‘demokratik güçleri’ de içerecek geniş bir ittifakın gerekliliği tartışılır. Aksi takdirde ülke ikiye ayrılıp kutuplaşacak, bu da ülkenin demokrasisi için kötü sonuçlar doğuracak ve hatta demokratik devletin de hayatta kalması tartışılır hale gelecektir.
Hatta daha da ileri giderek böylesi bir senaryoda ‘zenginliğin temelde ve genel bir yeniden dağıtım sürecinin’ gerçekleşeceğini iddia eder. Kapitalizmi ortadan kaldırmadan böylesi bir dağıtımın nasıl yapılacağı ise merak konusudur. Böylece PCI’nin Aldo Moro liderliğindeki Hıristiyan Demokratlarla birlikte yönetimi meşrulaştırılmaya çalışılır. Takibindeki dönemde Hıristiyan Demokratların kemer sıkma politikaları da desteklenir. ‘İşçi sınıfının üstlenmesi gereken geçici fedakarlıklar’ daha sonra hükümete doğrudan destekle taçlanır.
Tüm bu süre sonucunda tahmin edildiği üzere işçi sınıfı için ‘zenginliğin eşit bir şekilde yeniden dağılımı’ mümkün olmaz, aksine geniş çaplı hak kayıplarının gündeme geleceği bir dönem yaşanır. PCI’nin yakaladığı heyecan da yavaş yavaş ortadan kaybolur.
1991’de yaşanan buhranın semptomlarından bir tanesi de tarihin sonunu ‘sol yakadan’ kabul etmenin yolunu aramaktır. Bu nedenle dönemin pek çok geleneksel komünist partisi ‘komünist’ ismini geride bırakarak hem sembolik hem de ideolojik bir değişim yoluna gider. Bu olayın benzeri de İtalya’da yaşanır. Bir grup Solun Demokratik Partisi (PDS) ismiyle ‘vaftiz’ olur (Bu parti bugün İtalya’daki merkez-solda yer alan burjuva partisi Demokratik Parti’nin [PD] öncülüdür. PD’nin mevcut lideri Stefano Bonaccini ise 1980’lerde PCI’ye katılmış bir ‘eski komünisttir’.) Sırf fırtına çıktı diye gemiyi terk etmeye diğerleri kadar hevesli olmayanlar ise Komünist Yeniden Kuruluş (RC) olarak yola devam eder.
Sonrasında yaşanan süreçte RC 1990’larda inişli çıkışlı bir grafik izlerken 2000’lerde merkezdeki hükümetlere verdiği dışarıdan desteklerle İtalya’da sermaye saldırılarının arttığı, özelleştirmelerin hız kazandığı dönemlerde böylesi suçlara da ortak görünür. Berlusconi’yi durdurmak için yapılan bu ittifaklar RC’yi erittiği gibi yegâne amacını da gerçekleştiremez, üst üste seçim mağlubiyetleri yaşanır.
Sonuç olarak bölündüğünde dahi 112 bin üyesi bulunan partinin bugünkü üye sayısı 10 binin biraz üstündedir.
*
Weston, İtalya’daki komünist partinin yaşadığı gerilemeyi bize bu olay örgüsüyle açıklıyor. Ancak tek bir nedene bu kadar sıkı bağlamak oldukça tehlikeli bir yaklaşım olacaktır. Gerilemenin neoliberal kuşatmayla paralel oluşu ve 1990’lardan sonra dünya sosyalist hareketinin yaşadığı dönemsel buhran da göz ardı edilemez.
Öte yandan başkaları bu düşüşü daha farklı bir nedene bağlıyor. Bu görüşün başrolünde 1978’de Kızıl Tugaylar’ın dönemin Hıristiyan Demokrat İtalya Başbakanı Aldo Moro’yu kaçırması ve 55 gün rehin tuttuktan sonra talepleri karşılanmadığı gerekçesiyle öldürmesi olayı yer alıyor. Şüphesiz Kızıl Tugaylar’ın bu eylemi ülke tarihi ve o dönem Moskova çizgisinden biraz daha farklı sularda yüzmeye kalkışan PCI’nin kendi tarihi için büyük bir önem taşıyor. Ancak çöküşün tek nedeni olarak bu örneği göstermek belki tek başına ‘ehvenişer örneğini’ göstermekten bile daha tehlikelidir. Ne de olsa bir taraf bir olayı, diğer tarafsa bir taktiği dayanak olarak sunuyor.
Biri diğerinden daha akla yatkın gelse bile İtalya’daki komünist hareketin düşüş grafiğini tek bir nedene bağlayamayız. Yani PCI, sırf hükümet günahlarına ortak oldu diye 1991’de bölünmedi. Hem her zaman bölünmeler siyasal ve sosyal olarak bir kaybın miladı değildir. Ancak 1970’de yaşananların taktiksel tekrarlanışı sonucunda benzeri bir düşüşü gözlemliyor olmak, keskin olmasa da verimli yanıtlar verebilir.
Mesele ‘ehvenişer’ seçme perspektifin doğruluğu ve yanlışlığı değil. Elbette faşizm tehlikesi anında uzlaşı modeli ne İtalya örneği ile başladı ne de onunla bitti. Ancak uzlaşının ucunu kaçırmak hareketin kendisi için de yaşamsal olabiliyor. Bu açıdan altını çizdiği kimi noktaların üzerine biraz kafa yormak gerek.
Daha önce Fransa’daki Halk Cephesi deneyimini ve İtalya’da oluşan dünyanın ilk anti-faşist örgütü Arditi del Popolo’yu konuşmuştuk. Detaylarını merak edenler bu yazılara geri dönüp, 20’lerde ve 30’lardaki faşizm tehlikesine karşı iki farklı taktiğin uygulanışını bugünkü örneğimizle karşılaştırabilir. Ki böylesi bir karşılaştırma sahiden de bizi yol haritasına götürecek yöntemdir.
*
Toparlamak gerekirse, Lenin’e atıfla ‘uzlaşı başka, uzlaşmacılık başka’ diyebiliriz. Komünistler kendilerini siyasetten soyutlayamazlar. Elbette yerine, zamanına, koşullarına ve sonuçlarına göre, eğer emekçilerin örgütlü mücadelesi için bir çıkar söz konusu ise gereken stratejiler benimsenebilir. Seçimler bir kürsü kazanma şansı taşıyabilir. Ancak tersinden bir oya ‘kutsiyet’ atfetmeye de gerek yok. Nitekim böyle yapmak bir noktada ‘sandığı tek siyaset zemini olarak kabul etmek’ demektir. (Genelde ehvenişer meselesi hep seçimlerde gündeme geliyor olsa da, bu stratejinin adı oy da olabilir, başka bir şey de.) Ancak belli başlı taktiksel uzlaşılara gitmek demek, zafere giden tek yol olarak bu uzlaşıları görmek değildir.
Dolayısıyla işin özünü koruyarak temkinli adım atmak gerekiyor. Hele ki burjuva siyasetin kulvarlarında yüzerken. Yine Hariçten Gazelciler’le bitirmek gerekirse: “Durum çok mu vahim / Yoksa ben mi telaştayım? / Onu bunu bilmem ama / Hayırlısı neyse o olsun be kanka!”
* Güney Avrupa’da bulunan Portekiz, İtalya, Yunanistan ve İspanya’nın taşıdığı coğrafi, siyasi ya da ekonomik ortaklıklar kısaltma ile dile getiriliyor.