Bir felaketin ardından
Sabahın ilk ışıklarıyla şehre iniyorduk. Herkes aracın camlarından dışarıyı seyrediyor ve birbirlerine daha kötü manzarayı göstermek için elleriyle hiçbir şey demeden gösteriyordu.
Diyarbakır’a usul usul yağan kar, artık kendini ayaza bırakıyordu. Oğlum, o gün karla yeni tanışmıştı. Beyazın içindeki soğuk nefesi hissetti. İlk tanışacağı şey aslında sadece kar olmayacaktı; hiçbirimiz bilemezdik. Sabah 04.17’de başka bir duyguyu hissedecekti: Endişe ve korku. Bu duyguların toplamına ‘’deprem’’ diyecektik.
Depreminin üzerinden üç gün geçmişti. Depremin yarattığı tahribatı TV ekranlarından sadece öğrenmemiz gereken kadar tabloyu görüyorduk. Oysa ki, daha vahim sonuçlar ortaya çıktığı besbelli idi. Hollanda Devlet Kanalı için geçen sene yaptığımız belgesel olan ‘’Searching Paradise’’ beş milyon insan tarafından beğenilerek izlenmişti. Sinan Can, belgesel ile ilgili tepkileri mesaj atıp şunu demişti: ‘’Anadolu’nun renkleri, kokuları ve melodileriyle işlenmiş bu hikayeler, bir masal gibi izleyenleri içsel bir yolculuğa davet ediyor.’’
Nerden bilebilirdik ki; Anadolu’nun bu daveti bir yardım çığlığı olacağını. Sinan Can arayıp hazırlan, ''130 kişilik ekiple Türkiye’ye geliyoruz. Ekip içinde doktor, hemşire, işadamı, avukat, sanatçı, gazeteci gibi değişik meslek grupları bulunuyor. İlk olarak Kahramanmaraş’taki ve bölgedeki depremzedelere yardım etmek, sonra Hollanda’da yardım kampanyası düzenlemek amacımız. Öncelikle oradan neler olduğunu Hollandalılara göstermemiz ve anlatmamız gerekiyor’’ dediği an "Anadolu bizi çağırıyor, Sinan" dedim. Diyarbakır’dan Gaziantep’e giderken yol boyunca kendimi iyileştirmem uzun sürecek ve göreceklerim, hayatımda 90’lı yıllarda gördüğüm Recep Ağabeyin cesedinin kanlar içindeki travmadan daha büyük olacağı kesindi. Belki de o çocukluk sarsıntımı unutturur, ama iyileştirmeyeceğini emindim.
Bu sefer ne hikmetse yasal prosedürleri ve izinleri hemen almıştık. İletişim Başkanlığı'ndan dört günlük geçici basın kartını almıştım, 4 yıllık İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü okumama karşılık. Karışık bir duyguydu, ama havalimanının geliş terminalinin içine rahatlıkla girebilmem ve beklerken arasıra dışarıya çıkıp tekrar içeriye girebilmem beni mutlu ediyordu. Ekip beklerken, uzun boylu, atletik vücutlu ve bıyıkları hilal gibi bir genç yaklaştı. ‘’Sinan Can ekibinden misin?’’ gür ve gurbetçi aksanıyla sordu. Sadece ‘’Evet’’ dememi istedi. O an Devlet Baba'nın bizi yalnız bırakmayacağını anladım, zaten hep öyle olmuyor muydu? ‘’Size 3 gün boyunca ben eşlik edeceğim'' dedi. Bir süre sonra bir uçak dolusu Hollandalı nihayet paravanın öbür tarafında göründü. Gözüm Sinan ve Bruce'u arıyordu. Bir süre sonra Sinan bana doğru yaklaştı, Bruce ile beraber. Hemen otobüslere bindik ve Kahramanmaraş’a doğru ilerledik. Yolun bir yerinde istem dışı Afganistan’da, Libya’da, Irak’ta ve Suriye’de yaşadıklarınızı unuttunuz; bu sefer görecekleriniz bir savaş değil, bir doğal felaket. Savaşta düşmanınızı zamanla tanırsınız ve ona göre muharebe yaparsınız. Burada yaşananlar doğanın hiddeti ve acımasızca vuruşudur. Amacım onları hazırlamaktı. Gece karanlığında ve ayazında Kahramanmaraş’a girdik. Sağımızda ve solumuzda yıkılan fabrikalar, en kötüsü bir doktorun hastaya neşter vurması gibi yolların ikiye ayrılması…
Devlet Baba bizi yalnız bırakmıyordu, lakin felaketin çaresizliğinden olsa gerek, organizasyon ilk dakikadan itibaren rengini belli ediyordu. Kalacak yerimiz yoktu. Oysa kimin vardı ki? Uzun bir süre bize yer ayarlamak için bir telaş başladı. O esnada hemen yanımızda ülkü ocaklarının kampından bize sıcak çorbalar ikram edildi. Aklıma 2017 yılında Hollanda’da bakan Fatma Betül Sayan’a yapılan ve sonrasında Bahçeli’nin sert açıklamaları geldi. Allah’tan kimse bunları hatırlamıyordu ve deprem her şeyi unutturmuştu. Bir süre sonra kalacağımız yer bulundu ve nihayet yola koyuluyorduk. Kalacağımız yer 1960 yılında Almanlar tarafından yapılmış bir dispanser idi. Orada çalışan aileler güvenli olduğu için hemen girişte kapının önünde kanepelerde yatıyorlardı. Yatmak demek zordu, çünkü her an artçı depremler yaşanıyordu. İlk defa Sinan Can yatacağımız yer konusunda fikir beyan etti ve kabul ettik. Çok kötü bir yer tercih etti. Bodrum katı soğuk ve çok tehlikeliydi.
Sabahın ilk ışıklarıyla şehre iniyorduk. Herkes aracın camlarından dışarıyı seyrediyor ve birbirlerine daha kötü manzarayı göstermek için elleriyle hiçbir şey demeden gösteriyordu. Görenler sanki benim gördüğüm daha korkunçtu dercesine süratle mimikler yapıyordu. Otobüste yol boyunca hep bir sessizlik hakimdi. Yıkılan binalar, demir ve beton yığınları, iş makineleri ve arama kurtarma ekipleri hep bir telaş içindeydi. Bir ara ceset torbaları taşıyan insanları gördüm. Ceset torbasının sarı rengi beni rahatsız etti. Oysa ölümün rengi siyah değil miydi? Elimizde ekipmanlarımızla gruptan ayrılıp çekim için özgür takılmayı tercih ediyorduk. Bruce kamerasıyla tepe oluşmuş beton yığınlarının üzerine doğru ilerlerken arkasından gitmek epey zor olmuyordu. Küçük bir mağara gibi görünen, aslında bir insanın zar zor geçebileceği bir delikten sesler geliyordu. ‘’Bataniye getirin’’ dışardan daha yüksek sesle aynı şeyi tekrarladı. Kısa bir süre sonra 3 kişi bataniyelerle deliğe doğru gelip her yönden cesedi görünmeyecek şekilde beklediler. O esnada beton yığını üzerinde, belki de kaç gündür hareketsiz bekleyen her tarafı çimento tozu bulaşmış, üzerinde siyah bir mont, ayağında büyük bir spor ayakkabı ve pijama ile çaresiz bekleyen kadın sadece ufak bir bakış atıp sanki ceset ona ait olmadığından emin olduğunu biliyormuş gibi tekrar kafasını önüne eğdi. O zaman sahipsiz olmak ve bir cesedin bu kadar kolay teşhis edilmeyeceğini anlamak kolay olmadı benim için. Sağlık ekibinin, cesedi kimsenin görmemesini sağlamak, sarı torbanın içine 2 dakika içinde koymak acaba ne kadar uzun bir tecrübe gerektirir diye düşündüm. Aşağıdan hiç tanımadığım bir ses ‘’Az ileride enkazın altında canlı var, oraya doğru gidin, daha iyi olur’’ diye bağırdı. Sinan Can ile göz göze geldik ve oraya gitmemizin daha iyi olacağına karar verdik. 5. günün sonunda bir hayat vardı, o bir kadındı. Doğanın en güçlü canlısı kadın olduğunu bir daha kanıtlamak istercesine direniyordu. 2 saat sonra nihayet bir ambulans geldi ve onu bindirdi. Bruce yanıma yaklaşıp bir sigara istedi. 2 yıl önce sigarayı bırakan Bruce, galiba kadının doğal affete karşı zaferini bir sigara ile kutlamak istiyordu.
Ayrılık vakti gelmişti. Anadolu'nun bir daha bizi ne zaman ve ne şekilde çağıracağı belli değildi, vedalaştık. Artık bütün görev ve yük Sinan Can’daydı. Sinan Can, Hollanda’da yapacağı haberlerle, katılacağı programlarla ne kadar çok insana çağrı yaparsa, o kadar çok yardım toplanmasına katkıda bulunacaktı. Hollanda’da farklı alanlarda hizmet veren vakıf, kurum ve kuruluşlar bir çatı altında toplanıp GİRO555 vakfını kurdular. Geçen sene Türkiye’deki depremzedelere yardım kampanyası düzenlediler. Yardım gecesi sonuç olarak 88 milyon euro toplandı. Toplanan para Türkiye Cumhuriyeti yetkililerine teslim edildi. Yardım kampanyası için bir, toplanan paralar için elbette bir sürü kahraman ve sonsuz teşekkürü hak eden Hollandalı var, ama asıl kahraman Sinan Can ve büyük yüreğidir. Kendisine bu 06 Şubat depreminin birinci yıldönümünde benim ve Türkiye’nin bir teşekkür borcu vardı.