Bir film sahnesi gibi: Düş Yakamdan Şeytan
Donald Ray Pollock'un kaleminden 'Düş Yakamdan Şeytan', İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Roman, kendini okuturken bir taraftan da okuyucunun olay örgüsünü bir film şeridi gibi gözlerinin önüne seriyor.
İthaki Yayınları'ndan geçtiğimiz haftalarda yayımlanan 'Düş Yakamdan Şeytan', birçok tarzın birleşimi gibi görünen bir roman. Türkçeye Emirhan Burak Aydın’ın çevirdiği roman, çevrildiği 25’ten fazla dilde kendinden söz ettirmeyi başardı ve kitaptan yola çıkarak çekilen film bu hafta gösterime girdi. Roman, korku türünü sevenlerin aşina olduğu Cumhuriyetçi ve muhafazakâr Ohio’da geçiyor. Öyle muhafazâkar ki, ülkede 300 bin civarında olduğu tahmin edilen tutucu bir mezhep olan Amishler'in dörtte biri bu eyalette yaşıyor. Siyaseti takip edenler ise Ohio’yu ABD seçimlerinin kilit şehri olarak biliyor. Seçimin kazananını tahmin etmek isteyenler, bugüne kadar hepsi Cumhuriyetçi olan yedi ABD başkanı çıkarmış ve takma adı “Başkanların Anası” olan Ohio’nun belirleyici oylarını dikkatle takip ediyor. Örneğin, bugüne kadar Ohio’da kazanmayan hiçbir başkan adayı göreve seçilemedi.
'Düş Yakamdan Şeytan', ilk bakışta Terrence Malick’in ilk filmi "Kanlı Toprak", Oliver Stone’un "Katil Doğanlar"ı, ya da alelade bir Tarantino filmi gibi bir hava uyandırıyor ki "Katil Doğanlar"ın senaryosunun da Quentin Tarantino’ya ait olduğunu hatırlatalım. Bence bu kolaya kaçan bir yorum. Bu benzetmeler bir nebze doğru olsa da ben romandan Dario Argento havası aldım: Kanın, vahşetin bol olduğu ama havada uçuşan kanın dökülen bir kırmızı oje şişesi ya da plastik boya olduğunu bildiğiniz için içinizin rahat olduğunuz bir atmosfer hissi uyandırıyor.
COĞRAFYA KADER MİDİR?
Eleştirmenler, kitabı büyük bir beğeniyle karşıladı ve sarsıcı, çarpıcı, kanlı, vahşi kelimeleriyle nitelediler. Ama buralı okuyucuyu korkutmasın bu. Üçüncü sayfa haberlerine ve gündüz kuşağı televizyon programlarına aşina olan bize “fazla” gelmeyecektir. Kitabı okurken siz de Batılı eleştirmenlere, “Palu ailesinden haberiniz olsaydı bu kadar şaşırmazdınız kitabı okurken” diyeceksiniz.
İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, Ohio ve Batı Virginia eyaletlerindeyiz. Fakirlik ve ümitsizlik diz boyu. Saatlerce araba kullansanız bile bitmeyen düz, dümdüz yollardan kaçış olmayan bu coğrafya, insanların hayat görüşüne de sirayet etmiş. Uçsuz bucaksız Ohio ovasındaki gibi, ufukta ne bir tepe ne de bir vadi var. Herkes bir şekilde birbirini tanıyor, doğduğunuz andan itibaren ne iş yapacağınız, nasıl bir hayat süreceğiniz belli. Yoksa öyle değil mi?
Roman, savaş gazisi dindar Willard Russell’ın hikâyesi ile açılıyor: Ölüm döşeğinde bir eş ve onun yaşaması uğruna hazırladığı ve hayvanları öldürmeyi içeren tuhaf dini ritüellere alet ettiği oğlu Arvin. Arvin, okul arkadaşları tarafından da dışlanan yalnız ve mutsuz bir çocuktur. Buna rağmen içindeki ikircikli adalet duygusuyla sevdiklerini ne pahasına olursa olsun korumaya çalışır. Tekinsiz karakterler olan Roy ve engelli kuzeni Theodore, bir taraftan tanrı adına vaizlik yaparken diğer taraftan ayin yapmak amacıyla cinayet işleyip sonra da öz çocuğunu terk edebilecek bir ahlaka sahiplerdir. Carl ve Sandy Henderson çifti ise "Katil Doğanlar"dan fırlamış gibi bir ikilidir. İşsiz bir fotoğrafçı olan Carl ve garson Sandy tatillerde otostopçuları öldürüp cesetlerle fotoğraf çekmekten zevk alırlar. Sandy’nin ağabeyi Şerif Bodecker da yozlaşmış bir güvenlik görevlisidir.
GÜNAHI ŞEYTANIN BOYNUNA
Bu sıradan görünen hayatlardan fışkıran kötülüğün ucu bucağı görünmüyor kitapta. İnsanların birbirini dövmek için bahaneye ihtiyaç duymadığı, zevk için birbirini öldürdüğü, bir taraftan derin bir dindarlık diğer taraftan da ahlaki bir çöküntü arasında sıkışmış bir atmosfer var. Yedi bölümden oluşan romanın bölüm adları bile bize çok şey söylüyor: Kurban, Av Peşinde, Yetimler ve Hayaletler, Kış, Vaiz, Yılanlar ve Ohio. Her bölümde bu karakterleri biraz daha iyi tanıyoruz ve roman sona yaklaştıkça bu kişilerin hayatının nasıl kesiştiğine şahit oluyoruz. Kitabın bu bölünmüş kurgusu alışık olmayan okuyucuyu biraz zorlayabilir ama biraz sabreden okuyucu tüm bu yaşam hikayelerinin nasıl birbiriyle bağlantılı olduğu noktasına vardığında kitaptan alınan keyfin de doruğuna çıkmış olacak. Yalnızca birazcık sabır.
'Düş Yakamdan Şeytan', Amerika’nın Ortabatı’sında geçmesine rağmen Southern Gotik, yani Güney Gotiği olarak adlandırabileceğimiz bir eser. Grotesk ögeler taşıyan, tekinsiz karakterler, suç, vahşet ve kan içeren ve ABD’nin güneyinde geçen romanları nitelemek için kullanılan bu tanım 'Düş Yakamdan Şeytan'a birebir uyuyor.
ELLİSİNDEN SONRA YAZMAYA BAŞLAYAN BİR YAZAR
Donald Ray Pollock, alışık olduğumuz yazarlardan değil. 1954’te Ohio’da doğuyor ve hayatı boyunca orada yaşıyor. Karısıyla bir araba yıkama servisinde tanışıp evlenen Pollock, Ohio dışına seyahat etmeyi de pek sevmiyor zaten. Elli yaşına gelene kadar, bir kâğıt fabrikasında işçi ve şoför olarak çalışıyor. 30 yıllık meslek hayatından sonra ise işi bırakıp kendini yazı yazmaya adıyor. 2008’de yayımlanan öykü kitabı 'Knockemstiff' ile büyük başarı yakalayan Pollock, bu kitaptaki öykülerde büyüdüğü kent olan 'Knockemstiff'te şahit olduğu hayatları anlatıyor. Pollock, o dönem New York Times gazetesi için 2008 ABD başkanlık seçimlerini Ohio’dan izleyip yorumlarını okuyucularla paylaşmıştı.
2011’de yayımlanan 'Düş Yakamdan Şeytan' ise yazarın Ohio Üniversitesi’nde yaptığı Yüksek Lisans tezini oluşturan bir proje. Yazar, 2009’da verdiği bir röportajda tezini bir büyüme hikayesi ve bir seri katil çiftin hikayesinin birleşimi olarak tarif ediyor. Roman, Publishers Weekly tarafından yılın en iyi 10 romanı listesine alındı, Fransa’da Polisiye Edebiyat Büyük ve Prix Mystère de la Critique Ödülleri'ne, ABD’de ise Thomas and Lillie D. Chaffin Ödülü ve Guggenheim bursuna layık görüldü. Yazarın ikinci romanı 'The Heavenly Table' ise 2016 yılında yayımlandı ve henüz dilimize çevrilmedi.
DÜŞ YAKAMDAN ŞEYTAN 16 EYLÜL'DE NETFLİX'TE
Çekimleri geçen yıl tamamlanan Düş Yakamdan Şeytan filmi, 16 Eylül’de dijital ortamlarda yayımlanacak. Filmin 11 Eylül Cuma günü sinemalarda gösterime girmesinden 5 gün sonra Netflix’te izleyiciyle buluşacak olması olası bir Oscar adaylığını müjdeliyor. Bilindiği üzere, bir filmin Akademi Ödüleri’ne aday olması için en az yedi gün Los Angeles sinemalarında gösterimde kalma zorunluğu bulunuyor. Alfonso Cuaron’un Roma’sının geçtiğimiz yıl Oscar’a aday olması ve ardından En İyi Film Ödülü'nü kazanması büyük tartışmalara yol açmıştı. Bunun üzerine, Akademi Ödülleri kurulu 7 gün boyunca sinemada gösterilen tüm filmlerin aday olabileceğini öngören maddeyi yeniden oylamış ve kuralın devamına karar verilmişti.
Senaryosunu Antonio Campos ve Paulo Campos’un yazdığı, yapımcılığını Jake Gyllenhaal’ın üstlendiği filmin başrolünde Spider-Man’le hatırlayacağınız Tom Holland var. Alacakaranlık serisiyle yıldızı parlayan ve 2021’de yeni Batman olarak karşımıza çıkacak Robert Pattinson, Tim Burton’ın iki filmlik Alice Harikalar Diyarında serisinin başrolü Mia Wasikowska, Greta Gerwig’in başyapıtı Küçük Kadınlar’ın Beth’i Eliza Scanlen, yine Marvel Sinematik Evreni’nden Bucky Barnes/Winter Soldier rolüyle hafızalara kazınan ve Stephen King’in ünlü romanı It/O’nun iki bölümlük uyarlamasında O karakterini oynayan Bill Skarsgård kadroda göze çarpan isimler arasında.
HER SAHNE BİR FİLM KARESİ GİBİ
Donald Ray Pollock, röportaj vermekten ve fotoğraf çektirmekten pek hoşlanmayan bir yazar, ama bir gün çıkıp da bu romanı filmi çekilsin düşüncesiyle kaleme aldım derse hiç şaşırmam. 304 sayfa süren, uzun diyebileceğimiz bu romanı okurken şaşırtıcı olan şey de tam olarak bu: Uzun gelmiyor. Pollock, sinema diline uyarlanmaya hazır muhteşem bir malzeme sunuyor.
Kitabın her sekansı, bir film sahnesi gibi yazılmış. Bunu sağlayan iki şey var; biri dilin akıcılığı ve dinamizmi, ikincisi ise tasvir ve diyalog kullanımının dengesi. Roman kendini okuturken bir taraftan da okuyucunun olay örgüsünü bir film şeridi gibi gözlerinin önüne seriyor. Bir yazarın ilk romanı için alkışlanacak bir teknik diyebiliriz. Romanın filminin çekileceğini bilmeseydim, keşke filmi çekilse derdim.