Martin Scorsese istikrarı diye bir şey var. Yalnızca Robert De Niro ile on kez, Leonardo DiCaprio ile altı kez çalıştığı için değil. Görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto, besteci Robbie Robertson ve 1966 tarihli "I Call First"ten bu yana kurgucusu Thelma Schoonmaker’dan vazgeçmediği için de değil… Seksen yaşını deviren büyük yönetmen ABD kapitalizminin suç ile güçlü bağlarını anlatmadaki ısrarıyla da istikrarlı. Ta ülkenin kuruluş yıllarından (New York Çeteleri, 2002), kumarın izlerine (Casino, 1995), mafya ekonomisinden (Sıkı Dostlar, 1990) güç arzusuna (Arka Sokaklar- 1973, The Irishman - 2019) kadar 'paranın izini' takip etti çoğunlukla. Belki iyi bildiği için, belki içgüdüsel olarak Amerikan kapitalizminin dinamikleri hep ilgisini çekti, diğer büyük filmlerinin yanında.
Bu hafta itibariyle gösterime giren "Dolunay Katilleri" de (Killers of the Flower Moon) yönetmenin bir kez daha paranın izini sürdüğü ve ABD kapitalizminin kuruluşunun temellerine kan taşıyan suçları anlattığı görkemli bir film. Yaşanmış suç hikayelerini araştırıp yazan David Gram’ın romanından "Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi"; "Ali"; "Münih", "Köstebek", "Atlara Fısıldayan Adam", "Dune: Çöl Gezegeni" gibi yapımları kaleme alan Eric Roth ile birlikte yazmış senaryoyu Scorsese.
"Dolunay Katilleri", iki savaş arası ABD’sinde gerçekleşen bir toprak gaspı hikayesini anlatıyor. Amerikan yerli kabilelerinden Osage Halkı, 1800’lü yıllarda Ohio ve Mississippi Nehri vadilerindeki ana vatanlarından Oklahoma'daki "Kızılderili Bölgesi" olarak adlandırılan topraklara sürülüyor. Ancak bu yerlilerin kaderi, diğerlerinden biraz farklı gelişiyor. Zira 1894'te Osage topraklarında keşfedilen petrolün ardından beklenmedik bir zenginlik çıkıyor ortaya. Toprakların sahibi olan yerli halk, arazilerini kiralayarak zengin oluyor. Ancak hükümet bu paranın kullanımını denetleme görevini beyazlara vermekte gecikmiyor. Ama asıl olarak iki savaş arası dönemde; yani 1920 ve 1930’larda bölgede Osage yerlilerinin mülklerine konmak için birçok cinayet işleniyor. Polis tabii ki bu olayla ilgilenmiyor. Öte yandan bölgeye zengin olma hayaliyle akan beyazların bir kısmı yerli kadınlarla evlenerek onlardan kalan miraslara da çöküyorlar.
İşte filme kaynaklık eden olayın merkezinde böyle bir adam var. Ernest Burkhart (Leonardo DiCaprio) Birinci Dünya Savaşı’ndan döndükten sonra bölgede çiftlik işleten varlıklı dayısı William Hale’in (Robert De Niro) yanına geliyor. Dayısının aracıyla özel şoförlük yapan genç adam, zengin bir Osage yerlisi olan Mollie Kyle (Lily Gladstone) ile tanışıyor ve birbirlerine aşık oluyorlar. Ernest, parayı ve kadınları seven bir adam. Bunu saklamıyor zaten. Mollie de bunun farkında aslında. Ancak, yıllar boyunca kendisi ve ailesinin maruz kaldıkları şeylerin bir parçası olabileceğini sevdiği adama hiç konduramıyor.
William Hale’nin hayatın doğal akışıymış gibi kurguladığı (ve filmden anladığımız kadarıyla da gerçekten inandığı) bir mülkiyet değişimi söz konusu. Ancak William’ın kendince doğal bulduğu bu kurgu başkalarının hayatına mal oluyor. Bu hırslı kapitalist, bir yandan bölge halkının en yakın dostu ve destekçisi gibi dururken soğukkanlı bir biçimde cinayetler planlamaya devam edebiliyor. Scorsese ilk başlarda naif, çevresinde sevilen, yardımsever bir iş adamı olarak kurguladığı karakterinin kibrini büyük değişiklere yaşatmadan ama küçük ayrıntılarla göstermekte bir kez daha mahir. Genetik nedenlerle şeker hastası olan Mollie ve aile bireylerinin ortadan kaldırılma sürecini yakınındakilere "hastalar, nasılsa ölecekler" diye telkin eden William’ın kendisinin hiç ölmeyeceğini düşündüğünü anlayabiliyoruz bu kibirden. Scorsese ve De Niro ikilisi kapitalistlere özgü kendinde her şeyi yapma hakkı gören, hiçbir sorumluluğu olmayacağını düşünen, kendini dokunulmaz ve ölümsüz sanan o sınıfsal tavrı, kanlı canlı bir karaktere dönüştürüyorlar.
Ernest Burkhart karakteri için de aynını söylemeden geçmeyelim. Bu karakterin William ile kurduğu ilişki, ABD kapitalizminin varoluşunun temellerini, sürdürülebilir olmasının nedenlerini de açık ediyor bir bakıma. William hikaye boyunca kendi çıkarlarını sanki onun çıkarıymış gibi yutturmayı başarıyor Ernest’e. Dolayısıyla hem kendisi hem de samimi bir şekilde ailesi için doğru şeyi yaptığına ikna oluyor Ernest. Üstelik meselenin boyutunu kavraması için işin içine FBI’ın girmesi (çözdükleri ilk büyük vakalardan birisi) ya da mahkeme süreçleri de yetmiyor. Finalde sevdiği kadının yaptıklarını yüzüne vurması küçük bir aydınlanma yaşamasına neden oluyor en fazla.
Filme dair yapılan yorumlarda Scorsese ve Roth ikilisinin romandaki kurguyu değiştirdikleri belirtiliyor. Roman, hikayeyi daha çok FBI ajanı Tom White (Jesse Plemons) üzerinden anlatıyormuş. Ancak burada hikayenin içine yerli halkın daha fazla katılması için anlatının aksı değiştirilmiş. İyi de olmuş. Çünkü yalnızca 'beyaz adam'ın para için yapabileceklerinin sınırsızlığını görmek değil, yerli halkın da bu hızlı zenginleşme karşısındaki uyum ve bocalamasını da görme fırsatı sunuyor bize bu tercih.
"Dolunay Katilleri", Martin Scorsese’nin yaşayan en büyük yönetmenlerden birisi olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Üstat, ABD kapitalizminin kanlı geçmişinin izini sürerken; bu geçmişin de hızla bir gösterinin parçasına haline getirilebileceğini yüzümüze vuruyor finalde. Film bir yerde kendi varoluşunu da şüpheli hale getiriyor bu hamleyle!