Gazeteler alındığı gün kıymetlidir, ertesi gün cam bezi olur. Ne de olsa bir haberin değeri güncellikle toplumsal yarar arasında saklıdır. Ancak bir de ‘gündemden düşme’ meselesi var ki bizi her ikisinden de farklı bir yere götürüyor.
Hepimizin gayet iyi bildiği yakın tarihli bir örneği düşünelim: Artık ‘rutin’ bir habere dönüşen Gazze’de vahşetin boyutu İsrail’in 7 Ekim’den sonra başlayan saldırısıyla dehşet verici bir seviyeye yükselmişti. Abluka altında yaşanan bu katliam o gün bu gündür hız kesmeden, hatta her geçen gün daha da vahşileşerek süregelmesine karşın, artık eskisi kadar gündemimizde değil. Bu yontulmamış kasaplık örneği gittikçe daha aleni bir hal alırken, haberi ancak altyazılarda akan ölü sayıları kadar hayatımızda yer kaplıyor. Yani katil vites arttırırken tanığın ilgisi kolayca cinayetten farklı bir yöne kayabiliyor.
“Yahu kardeşim ne yapalım, kaç ay geçti, her gün her gün yürek mi dayanır?” diyecek olanlar biraz daha sabırlı olsun. Her ne kadar artan vahşet ile kopan ilgi arasında bir ters orantı olsa da ‘gündemde kalma’ paradoksunu daha farklı örnekle vurgulayalım. Çünkü aynı refleksi sadece dünyada yaşanan majör gelişmelerde değil, ‘gündelik’ meselelerde görüyoruz. ‘1 Mayıs’ta Taksim’ gündemi mesela. Bu yıl, geçtiğimiz yıllarda Taksim talebinden vazgeçmiş birçok sendika ve siyasi parti de Anayasa Mahkemesi'nin verdiği doğru kararın da etkisiyle ‘Taksim’ çağrısı yaptı. Yaşanan tutum değişikliğinde CHP’nin yerel seçimde sahip olduğu belediye sayısını arttırması ya da yaşadığı lider değişikliği ne kadar etkili olmuştur bilinmez ancak gerçek şu ki 1 Mayıs alanının İstanbul’da ‘Taksim’ olduğu bu sene uzun bir süre çeşitli ağızlardan hatırlatıldı. 1 Mayıs’tan önce medyada sıkça yer bulan Taksim gündemi, o günün gelip çatmasıyla birlikte yok oldu. Onlarca gencin ertesi sabah evlerinden işkence ile gözaltına alınışı, Özgür Özel-Tayyip Erdoğan görüşmesindeki ‘boş sandalye’ polemiği kadar gündem olmadı. Taksim talebi, düne kadar Valisinden Cumhurbaşkanına kadar herkesin diline ulaşıp, bir kentte hayatı dondurabilirken, günlerdir süren gözaltından sonra tutuklanan insanların, bırakın isimlerini varlıklarını bile bir avuç insan bilecek. Yani burjuva-liberaller 1 Mayıs’ı cam bezi yaptı bile.
Kalkıp Gazze’de yaşananlarla 1 Mayıs’ta yaşananları hiçbir şekilde kıyaslayamayız. Ancak haber değeri olan her iki olayın gündemdeki yeri düşünüldüğünde, aklımıza gelen sorular ‘hafıza/heyecan/ilgi kaybı ve medya’ başlığı altında aynı yerde toplanabilir. O halde şunları sorabiliriz: Bir gündem nasıl eskir? Katliam haberinin ‘heyecanı’ nasıl kaçar? Bir olay ne kadar süre sonra zaman aşımına uğrar? Sık tekrar eden bir olay hangi aşamada medyanın rutinine dönüşür? Tüm insanlığın vicdanını tek bir kişi omuzlayabilir mi? Gündelik haberler içerisinde sarhoş olurken, tek çare yaşananları bireysel olarak hatırlamak mıdır? Tüm sorumlu medya mıdır?
Sorduğumuz sorulara yanıt ararken “Artık ne kadar çabuk unutuyoruz” ya da “Biz ne zaman bu kadar kötü olduk” temalı yazılara bir yenisini eklemeye gerek yok. Aksi takdirde sonunda muğlak bir yere ulaşıp, sadece bir semptoma odaklanmış oluruz. Çünkü ‘ani toplumsal hafıza ve ilgi kaybının’ hikayesi ne yeni jenerasyonları ne de sadece etkisini arttıran yeni kitlesel iletişim araçlarını suçlayacak kadar basit değil. Her gün yeryüzündeki her acıyı ve her sevinci aynı heyecanla hatırlayacak kapasitesi olmayan bizler için sınıf öğretmeni nasihatinden daha fazlası gerekiyor.
MEDYANIN KARA KULESİ
Söze belki meselenin teknik kısmından başlayabiliriz. Haberler, kitle iletişim araçlarındaki çarpıcı gelişmelerle geçmişe oranla çok daha hızlı eskiyor. Ancak bu teknolojik ilerleyişi ‘gündemden düşüş hızı’ için tek geçerli açıklama sayamayabiliriz. Aksi takdirde medyada merceğin giderek daha fazla ‘şova’ odaklanışını kaçırmış oluruz. Bakmayın ‘şov kültürü’ dediğimize, tek başımıza şuncacık bir yazıda yoktan bir gerçek keşfetmiş falan değiliz. İletişim alanında çalışan nice isim, yıllardır haklı olarak ‘şov kültürünü’ ve ‘dönüşen medya içerisinde eriyen payandaları’ etraflıca anlatıyor. Uzman görüşlerini güçlendirecek kendi gözlemlerimizi hepimiz buna ekleyebiliriz. Yeni neler yok ki karşımızdaki medya akışında: Persona yaratma imkanı, saniye saniye akan bir gündem, interaktif iletişim, bilmem kaç dakika ve karakter içine hapsolan format nedeniyle çabuk dağılan dikkat…
Uzun zamandır hayatımızda olana platformlarda kendini gösteren medyadan yola çıkarak daha neler neler ekleyebiliriz bu listeye. Bu kadar hızlı önümüzden geçen, kısalan, sığlaşan bir akışta bir ‘gündem’ kolayca eskiyebiliyor? Teknik olarak bu başkalaşımı bir gerçek olarak değerlendirirken işin kolayına kaçmayalım. Öyle ya, biz de çoğu kişinin yaptığı gibi topu kolayca ‘ilerleyen teknoloji ve değişen dünyamız’ tarafına gönderip süslü bir final yapabiliriz. Ancak başta sorduğumuz ‘gündemde kalma’ ve ‘gündemi koruma’ etrafında dönen sorular her ne kadar teknik bir açıklamaya ihtiyaç duysa da sadece bu bağlamda değerlendirilemez. En nihayetinde her dönemde neyin gündem olup neyin olmadığı yine benzer bir kaygı ile belirlenir. Dolayısıyla trajedinin rutinleşmesi yeni bir fenomen değil. Bugün her ne kadar daha ‘tüketilebilir’ olsa da insanlar aynı şekilde trajediye yabancılaşıyor. Sadece artık iyice genişleyen şov sahnesinde her şey geçmişe oranla daha hızlı ve daha şiddetli oluyor.
Biraz daha somutlaştırmak adına medyanın ‘gündem edinme’ meselesini Sauron’un kulesine benzetebiliriz: J. R. R. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi serisinde Sauron, Mordor’daki ‘Kara Kule'nin tepesindeki hareketli gözle Orta Dünya’da yaşanan gelişmeleri takip edebiliyordu. Filmden de hatırlayacağımız üzere yüzüğü arayan göz, bir savaş çıktığında ya da ordu toplarken bakışını o tarafa çeviriyordu. Ajandası doğrultusunda yaşanan herhangi bir gelişme gözün dikkatini çekiyor, bakışını hemen o tarafa çeviriyordu. Kendisini ilgilendirmeyen gelişmeler Sauron için bir yerden diğerine bakışını çevirirken göze takılan detaylardan ibaretti.
Medyanın yabancılaşarak doygunluğa uğraşan ilgisini de böyle değerlendirebiliriz. Bir kere dikkati dağılmaya dursun! O dakikadan sonra Gazze’deki hastanelerden toplu mezar mı çıkmış, tutuklanan gençler dayak mı yemiş… Medyanın Kara Kulesi nazarında pek bir önemi kalmıyor. Kimi alternatif medya kuruluşları ya da gazeteciler, bu gündemlere ışık tutsa da ellerindeki fenerlerle Kara Kule’ye aşık atmak kolay kolay başarıyla sonuçlanmıyor.
LOKOMOTİF SEÇMEK
O halde nedir 1 Mayıs’ı unutup Özgür Özel’in karşısındaki koltuğu zihnimizdeki manşetlerde üst sıraya çeken şey? Kara Kulenin tercihlerini yönlendiren nedir? Her ne kadar meselenin ciddi bir kısmı medyanın gündemleri ele alış şeklini içerse de tek başına medyayı sorumlu tutamayız. Mesele biraz da siyasi ve toplumsal aktörlerin ‘gündeme getirip’ ‘gündemden düşürme’ tercihlerinden kaynaklanıyor. Kuşkusuz bugün toplumsal mücadelelerde kendine lokomotif olarak burjuva-liberalleri belirleyenler azımsanacak sayıda değil. 1 Mayıs’ta ya da seçimlerde, uzun bir süredir CHP lokomotifinin arkasında vagon olanlar, devrimci siyaseti revizyonizme mahkum ediyor. En nihayetinde izlenen ajanda da devrimci içeriği kaybediyor. Dolayısıyla hangi gazetenin cam bezi yapılıp hangi haber küpürünün kesilip saklanılacağına burjuva-liberaller diğer tüm kesimler gibi kendi çıkarlarını önceleyerek karar veriyorlar.
Devrimci, sosyalist solun revizyonizm ile girdiği ilişki sadece Türkiye’ye has değil. Aslında dünyada karşılaştığımız bir krizin izdüşümünü görüyoruz. Dolayısıyla Gazze’yi normalleştiren de, 1 Mayıs’ta tutuklananları görmezden gelen de devrimci perspektifin aynı zayıflığından ileri geliyor; kişilerin unutkanlığından değil.
Yine topu ‘şık’ bir şekilde taca atmak istersek eğer, suçu bireylere atabilir, çözümü de yine onlardan bekleyebiliriz. Bireysel kurtuluş masalları, eğer anlatıcının dili dönüyorsa çok keyifli bir hal alabilir. Oysa insan tek başına tüm dünyanın derdini sırtlayamaz. İnsan tek başına unutabilir; eski zaman geçer, şimdiki zamansa fark etmeden bizi içine alır. Bir bakmışız “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dediğimiz şeyler üzerinden her şeyin eskisi gibi olduğu yıllar geçmiş. Dolayısıyla vereceğimiz yanıt da toplumsal bir forma sahip olmalıdır. Bu form da kendi devrimci hattını takip eden bir tavırdan başka bir şey değildir. Hiçbir hattı takip etmediğini zannetmek, fiilen anaakımdaki hatların dümen suyunda olmak demektir ki bu da vicdanı tüketilebilir kılar.
Kara Kule, istese de istemese de baktığı yönü toplumsal muhalefetin lokomotifine çeviriyor. Gündelik haberlerin faniliği, kendi doğasından ileri gelse de bir haberi kesip cam bezi olmaktan alıkoymak da mümkündür. Hangi haberin kesilip saklanacağına karar verecek olan lokomotiftir. Belki tek başımıza tüm dünyanın derdine tasasına, acısına sevincine ortak olamayız; ancak bindiğimiz trenin lokomotifini seçebiliriz. Yani dert de derman da bizde.
M. Ender Öndeş’in Yeni Yaşam’daki yazısından bir alıntıyla bitirmek gerekirse eğer: “Öyleyse, bugün yaşadığımız sorun, sadece mücadeleci sendikaların ihyasıyla aşılamayacaktır. Bir kez daha sorun, devrimci bir yenilenme yoluyla tarih sahnesine çıkacak olan düzen-dışı, direnen değil saldıran bir devrimci gücün inşası sorunudur. Bu yapılamadıkça Çayan’ın o lanetlediği o konumdan kurtuluş mümkün olmayacaktır: Kendi sağından medet ummak.”