Bir genç, bir seyahatname ve düşündürdükleri

Bir elinde not defteri ve fotoğraf makinesi, diğer elinde bisikletinin gidonuyla ilerleyen, “bir şarabı anlamak için daha çok şarap içmek, bir şehri anlamak için daha çok şehir gezmek gerek” diyen Kutluer’in “seyahatnamesinde” betimlediği yürüyüşünün ayak izleri, bu açıdan kendisi gibi köklerini beraberinde taşıyarak başka diyarlarda yeşermek isteyen gençler için de, kısa süreli seyahate çıkanlar için de çok anlamlı bir yol haritası.

Menekşe Tokyay meneksetokyay@gmail.com

“Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin.”

Didem Madak

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı yaklaşıyor. Önümüze gençlere dair sayısız resmi ve gayriresmi (!) istatistik, rapor, araştırma yığılacak. Z kuşağından, çoklu krizler kuşağından söz edilecek, “ah şu yeni nesil!” sitemleri havada uçuşacak.

Ve biz bu dağ gibi ama hissiz sayı yığınının arasından sesini duyurmak için çırpınan gençleri göremeden, işitemeden ve hissedemeden 24 saat çoktan geçmiş olacak.

Aslında onlar -gidenler ve gidemeyenler- bize bir süredir çok farklı kanallardan, kendi bireysel mücadelelerinden damıttıkları deneyimleri ve beklentileriyle bir şekilde sesleniyorlar. Sayısını artık takip edemediğim kadar “bu ülkeden neden gittim” yazısı yazıyorlar. Ama kulağımız şehrin ve ülkenin insanı sağır, mutsuz, umutsuz eden o uğultusuyla bazen o kadar meşgul oluyor ki onları yalnız bırakıyoruz.

Kimisi çok çetin mücadeleler veriyorlar tutunabilmek için yeni yuvalarında... Kimisi mevcut bir serveti ve rahatlığı devam ettiriyorlar.

Kimileri de gölgelerine razı olmayıp koltukaltlarına hayatlarını sıkıştırarak, yağmur sonrası toprak kokusundan, ışıl ışıl limon bahçelerinin sarmaladığı şehirlere, tarih kokan görkemli sokaklara, büyülü gün doğumlarına ve aheste gün batımlarına dek kendilerine denk gelmeye, doğru hayatın yanlış yerde yaşanamayacağı inancıyla kâğıttan gemilerle kendilerini aramaya devam ediyorlar. Birçok açıdan insan ilişkilerinin metalaştığı ve yurtsuzlaştığı çağımıza karşı ciddi bir başkaldırı bu…

Gökhan Kutluer, Bologna'dan Floransa'ya beş günde toplam 130 kilometre yürüyerek ulaşan, nam-ı diğer La Via degli Dei (Tanrıların Yolu) rotasını tamamlayan bir genç.

Türkiye’den bakıldığında, kalbi ve ayakları bu ülkeye tutunamayan, çok farklı bir coğrafyada kendisini gerçekleştirme kararı almış, standart tabirle beyin ve kalp göçü gerçekleştirmiş sayısız gençten biri.

Kendi bulunduğu noktadan bakıldığında, tablo çok farklı. O, yanlış yerde doğru bir hayat yaşanamayacağını hissederek onu en çok mutlu eden ülkenin en büyük huzuru yakaladığı bölgesinde yaşama yeniden iki elle sarılan, bu yılmazlığını da günbegün tuttuğu güncelerle sabitleyip bize aktarmaktan keyif alan bir yaşam emekçisi…

Yavaş Seyahat, Aheste Bir Ruhun Gözlemleri, Gökhan Kutluer, 234 syf., Yitik Ülke Yayınları, 2024

Kutluer, kısa süre önce öyle bir seyahatname yazdı ki Evliya Çelebi ile çağdaş olsaydı belki yolları ve satırları bir noktada kesişebilir ve hatta Evliya Çelebi onun “modern zaman flanörlüğünü” tasdik edebilirdi. “Yavaş Seyahat: Aheste Bir Ruhun Gözlemleri” isimli kitap satışa çıktığı ilk hafta, online sitelerde en çok satan gezi kitapları arasında ilk sıraya yerleşti.

Pek sevmesem de halk arasında "Yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat" derler. Kutluer, bunun tam tersine, yediğini, içtiğini de bu kitapta öyle hoş anlatıyor ki, kişinin yürürken gördüklerinin, tattıklarının, içtiklerinin, dokunduğu insanlarla etkileşimlerinin ve mekanlar karşısında hissettiklerinin aslında birbirine kenetlenmiş bir bütün olduğunu anımsatıyor. Çünkü yolculuklar yolların toplamından, mekanlar da dört duvardan fazla. Ne güzel der Şems-i Tebriz; “Gölgende dinlenen insanlarla değil, gönlünde dinlendiğin insanlarla yola çık.”

Gökhan Kutluer’in bir önceki kitabı olan “Türkiye'den Gitmek-İtalya'ya Uzanan Bir Göç Hikayesi” onun bir genç olarak göç etme fikrini nasıl oluşturduğunu, yedi kez düşüp sekiz kez ayağa nasıl kalktığını, açlıkla sınanıp tek ulaşım aracı olan bisikletinin çalındığı dönemlerde bile yılmazlığını koruduğunu göstermesi açısından birçok ev gencine ve beyin göçünü düşünen gence ışık tutacak nitelikteydi. Ne de olsa sokaklar hep denizlere ve üzüm bağlarına çıkardı…

Bu kitabında ise, artık göç etmiş bir özgür yüreğin flanörlüğünü entelektüel olarak ne kadar sağlamlaştırdığını kanıtlarken, ülkelerinden gitmek zorunda kalmış gençlerin aslında köklerini yanlarında taşıyarak başka topraklarda nasıl yeşerebileceğini gösteriyor. Tıpkı Elif Şafak’ın Kayıp Ağaçlar Adası’nda Kıbrıs’tan alınarak İngiltere’ye dikilen incir ağacının hem gittiği yeni topraklarda kök salması, hem de köklerinden aldığı ortak belleği hep anımsamasını tasvir ettiği gibi…

Kutluer, 2002 yılı sonrasında doğan nesli, I. Dünya Savaşı sırasında erken yetişkinlik döneminde olan, başıboş ve amaçsız dolaşan, ardından Ernest Hemingway tarafından Güneş de Doğar adlı romanında “hepiniz kayıp bir nesilsiniz” şeklinde atıfta bulunulan, benim gibi Woody Allen hayranlarının ise Midnight in Paris filmindeki karakterlerden aşina oldukları Kayıp Kuşak’a benzetiyor:

“Savaştan dönmeyi başaramayan gençleri, savaş sebebiyle gelecek planları askıya alınan ve savaşın ardından her şeye kaldığı yerden devam etmekte zorlanan bireyleri, bir zamanlar sahip olduğu hayat enerjisini yakalayamayan yetişkinleriyle Kayıp Kuşak, yitip giden tüm o geleceğe dair umutsuzluğu ve -mış gibi yaşayışıyla bana Türkiye’de hapsolmuş 2002 sonrasındaki koca bir nesli hatırlatıyor.”

Gökhan Kutluer

Kutluer, Türkiye’de gençlerin geleceğe dair umutsuz olduğunu, şimdiki zamanı hedonist yaşadıklarını söylerken, bu deneyimi de “kaynayan kurbağa”nın başına gelenlere benzetiyor: “Bize önce ışık sonra da ılımlı olarak sunulan yeni Türkiye’nin zaman içinde yaşanamaz hale gelen dev bir akıl hastanesine dönüşmesi, beraberinde duyarsızlaşmayı, duyarsızlaşmaysa günü en iyi şekilde geçirebilme endişesiyle hazcılığı ve bencilliği getirdi”, diyor çağdaşlarını çözümlerken.

Ancak tünelin ucunda ışık olduğunu da hep anımsatıyor, çünkü eğer bir genç kendini bulunduğu yerde umutsuz, mutsuz ve köksüz hissediyorsa, mutlaka kök salacağı yeni yerlerde olma ve yaşamlarında bir şeyleri yerinden oynatma umudunu da gizlice besliyordur.

Peki köklerini başka diyarlarda arama gücü, enerjisi ve imkanını bulan gençlerde nasıl bir değişim yaşanıyor? Kutluer, kendi yaşam patikasına bizi davet ederek bu süreci gözlemlememizi sağlıyor ve ona göre kişi, ülkesinin dışına çıktığında öncelikle kendisine yabancılaşıyor. Bildiği yerlerin uzağında oldukça, üzerindeki gözetim azalıyor; Yunancadaki exotikos, yani “sur dışı” bir yaşantıya yelken açıyor; yenileniyor; “gelecekteki kendisini” oluşturan detaylarla karşılaşıyor ve dünyanın geri kalanına dahil olmaya başlıyor; yabancısı olduğu yerlerin üzüntüsünü ve iç gündemini kendine yük edinmiyor.

Çünkü, diyor Kutluer, yaşam aslında yürünen yoldaki karşılaşmaların tamamı olup, üst üste konan tüm karşılaşmaların, pencerelerinden evrenin tamamına baktığımız bir eve dönüşmesi sonucunda yaşam da bir nevi “seyahat tecrübesi” halini alıyor… Ama çıktığı yolculuklardan bellekte geriye sadece kişinin yaptığı alışverişin veya yediği yemeğin kalmaması için de gözün ve bakışın terbiye edilmesi, gözlem yeteneğinin gelişmesi, aktaracağı deneyimleri ve anlatacağı hikayeleri eğitimli bir gözle oluşturması gerekiyor. Osmanlıcada ifadesiyle cihan-dide, yani dünyayı gezip görmüş, geniş görüşlü kişiler misali…

Kutluer, bu kitabında, artık köklerini İtalya’ya sarmış bir genç olarak, kendi ifadesiyle, “kalbinden taşan heyecanı yürüyüş ritmine yansıyan hevesli çocuklar gibi koşar adım” okuruyla paylaşıyor. Ve “çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı?” sorusuna, konfor alanından çıkarak “daha iyi bakan ve daha detaylı gören” yanıtını veriyor.

Kutluer’in yurtdışında kendisi gibi birçok gence referans olan bu yolculuğunda başına geçirdiği flanörlük şapkası, yerleşik kanının aksine, amaçsızca gezinmek değil aslında. Bu, daha çok, Charles Baudelaire’in “şehir sokaklarının centilmen gezginleri” olarak tanımladığı, kişinin kendisini ve dünyayla bağlantısını canlı tutmak için benimsediği, hiçbir şeyi aceleye getirmeden, sindire sindire yaşamayı şiar edinmiş ruh hali…

“Kendimi erik ağacına dadanıp biri görmeden ne var ne yoksa cebine dolduran çocuklar gibi hissediyorum. Hayat kulağımdan tutup çekene kadar yürümeye, görmeye ve tatmaya devam etme niyetindeyim” deyişi de bunun göstergesi…

Bir elinde not defteri ve fotoğraf makinesi, diğer elinde bisikletinin gidonuyla ilerleyen, “bir şarabı anlamak için daha çok şarap içmek, bir şehri anlamak için daha çok şehir gezmek gerek” diyen Kutluer’in “seyahatnamesinde” betimlediği yürüyüşünün ayak izleri, bu açıdan kendisi gibi köklerini beraberinde taşıyarak başka diyarlarda yeşermek isteyen gençler için de, kısa süreli seyahate çıkanlar için de çok anlamlı bir yol haritası.

Örneğin, fotoğraf çekerken cep telefonundansa fotoğraf makinesi kullanmanızı salık veriyor Kutluer. Çünkü, diyor, fotoğrafı çektiğiniz anda o cihazla işiniz biter ve ana geri dönersiniz; duyularınız bulunduğunuz mekâna dair detaylarla hemhal olmaya devam eder. Ancak işin içine cep telefonu girdiğinde, o fotoğraf çekildikten sonra mutlaka birileriyle paylaşılır, sosyal medya hesaplarına yüklenir, yani siz hem anı kaçırırsınız hem de o anda orada olmayan kişileri mekâna dahil ederek o anın biricikliğini mahvedersiniz. “Bırakın o an sizin olsun”, diyor ve “kuşlar sizin için de ötsün istiyorsanız, onları arada sırada ziyaret etmelisiniz” diye ekliyor modern çağ flanörü ve dünya vatandaşı Kutluer…

Veya şehirlerden metroyla ayrılmanın, aslında şehre doğru dürüst veda edememek olduğunu, adeta birine sarılmadan, öpmeden hızlıca veda etmeye benzediğini de bu güncenin satırlarından fark ediyor; tramvaylarla şehri aheste aheste gezmenin tadına varıyor; “her kayboluşta yollarımızın başka cümlelere çıkmasından” keyif alıyoruz.

Aynı şekilde İtalyanların ellerinin tersiyle çenelerinin altını kaşıma hareketinin “umursamamak”, “Magne che te passa!” deyişlerinin “Yiyince her şey yoluna girer” anlamına geldiğini öğreniyoruz.

Kutluer’in köklerini toparlayıp gittiği ülkesi hakkında bilgiye ve kanıta dayalı olmayan iddialarda bulunan kişilere dair ise “Cahille sohbete ayıracak daha fazla vaktim yoktu. Türkiye’deki siyasetin siyaset sayılamayacağının ben de farkındaydım, ancak buna biri eleştiri getirecekse, bunu usturuplu ve iyi temellendirilmiş biçimde yapmalıydı” derken gösterdiği sağlam duruşuna ve köklerine halen duygusal bağlılığına da bu güncede tanıklık ediyoruz.

Gökhan Kutluer’in güncesini, Türkiye’de gençlik politikaları üzerine kafa yoran herkesin okumasında yarar var. Biz bir sayfadan diğerine geçerken onlar bir kültürden başka bir kültüre, bir hayattan başka bir hayata geçen gençlerin çıktığı bu “sur dışı” yolculuğun ardındaki itici güçler, ülkeleriyle her şeye rağmen korumaya çabaladıkları bağ, karşılaştıkları yılgınlığa rağmen çıkmaya devam ettikleri mutluluk avı hepimizin üzerinde saatlerce, günlerce düşünmesi gereken bir değişim trendi…

Kutluer de bunun farkında; zira son yıllarda yaşanan nitelikli beyin göçü sayesinde Türkiye’nin yurtdışındaki algısında olumlu gelişmeler olduğunu, bu gençlerin de ülkelerini iyisiyle kötüsüyle tarafsız şekilde anlatmaya özen göstermelerinin gerekliliğini söylüyor.

Infakto RW ortaklığıyla gerçekleştirilen ve Habitat Derneği tarafından geçen sene beşincisi açıklanan Gençlerin İyi Olma Hali raporuna göre, yaşamından memnun olan gençlerin oranı son 5 yıldır düştükçe düşüyor ve 2023 yılında bu oran yüzde 46’ya gerilemiş durumda. Yurt dışında gelecek hayali kurmalarının temel sebebi olarak da “Türkiye’deki özgürlükler ve yaşam tarzı konusundaki algıları” gösteriliyor.

Bu ortamda beyin göçünü tersine çevirmek yerine, giden gençleri daha iyi anlamak, onları küçümsememek veya eleştirmemek, tam tersine ülkeyi onların özlemini çektiği gül bahçesine dönüştürmek için bir şeyler yapılmalı. Gençlerin yeryüzünde kapladığı yerin mekansallığıyla ilgili ciddi bir dönüşüm var. Bunu yorumlamak da yapılandırılmış ve özünü insandan alan bir çerçeveyi gerektiriyor.

Hıdrellez gecesinde tuttuğum ve gül ağaçlarının dibinde yeşermesini beklediğim çok dileğim oldu. Biri de bu ülkenin gençlerini çok ama çok sevmesi, onları bağrına basması, Kayıp Kuşak olmalarına göz yummak şöyle dursun pamuklara sarması ve ayakları onları nereye götürürse götürsün onlara görünmez iplerle şefkatini ulaştırması oldu.

Takvim yapraklarında yaklaşan 19 Mayıs öncesi tüm basmakalıp basın bildirilerine, “gençler geleceğimizin mimarı” benzeri içi boş cümlelere inat, kalbimden gül ağacının köklerine uzanan, tüm gençlere ve köklerini arayanlara yönelik bir dilekti, bilin istedim.

Tüm yazılarını göster