“Güvence”, onurlu bir yaşamın temel kaynağı. Modern devlet
dediğimiz mefhumun gerekçelendirmesinde asli bir rolü var: Herkesin
“güvende” olabilmesi, barış içinde yaşayabilmesi, kendisiyle eşit
bir başkası tarafından vücut bütünlüğüne zarar verilememesi,
yarınından endişe etmemesi için zor kullanma kapasitesini
tekelleştiren, üstün bir güç olarak kamu gücünü kullanan aygıtın
varlığı. Türkiye Cumhuriyeti, devlete ilişkin bu gerekçelendirmeyi
kabul etmiş. Siyasal birliğimizin hukuki ifadesi olan anayasamızın
5. Maddesi, devletin amacını “…kişinin maddi ve manevi varlığının
gelişmesi için gereken şartları hazırlamaya çalışmak” olarak
belirliyor. Bu gerekçelendirmeye karşı, ülkemizde yeniden ağır
güncellik kazanan bir soruyu yinelemek istiyorum: Devletin
gerekçelendirmesinin dayanağı olan “güven”in daima “bir kısım
yurttaşın” güvenlik sorunu olarak inşa edilmesi üzerinden yeniden
tesis edilme ihtiyacı nereden kaynaklanıyor? Ya da muhalefette de
olsa “sağcı” akıl bu inşaya neden katılma ihtiyacı duyuyor?
Devletin gerekçelendirmesine ilişkin bu temel tezi zihnime
taşıyan biri ülke ölçeğinde işleyen, diğeri kendi küçük dünyam
içinde gerçekleşen iki güncel olay. Ülke ölçeği ile başlayayım.
14-28 Mayıs seçimlerine ilişkin analiz yapan sağcı yazarların
genel olarak dile getirdiği ya da itiraz etmeyerek sahiplendikleri
bir fikir var: “Seçmen güvenlik söylemini satın aldı” Bu fikir,
güvenliğin nasıl ve kimi güvenlikleştirerek inşa edildiğini hiç
sorgulamadan kabul ediliyor. Toplumda en güvensiz yaşayanları, en
savunmasız olanları bizzat toplumun güvenliğini tehdit eden gruplar
olarak inşa eden, bu gruplar üzerinden korku pompalayan
propagandanın en açık örneği oldu son seçimler halbuki. Seçmen
güvenliği satın almadı; aksine seçmenin ekonomik ve sosyal
endişelerinin kaynağına, güvencesiz yaşamının kaynağına bakışı
saptırıldı. Sadece “bir kısım yurttaş” güvenlik sorunu olarak inşa
edilmedi, seçmen de inşa edildi.
Bunun basit bir mantığı var. Kendi gücünün yetmeyeceği kişi ya
da gruplara karşı duyulan korku, kendi gücünün yeteceğine ilişkin
nefretten çok daha belirsizdir. Devletin temellendirilmesindeki ana
fikre karşı olarak gücü yetenin daha güvencesiz olana yönelen
sembolik ya da fiziki şiddeti kaşındı. Seçim propagandasının ana
malzemelerinden birinin LGBT’lerin güvenlikleştirilmesi olması
saçmalığı başka nasıl açıklanabilir? Memleketin ciddi sorunu olan
mülteciler meselesinin, bütün dünyada olana benzer biçimde,
gerçekçi hiçbir çözümü tartışmadan kestirme ifadelerle toptancı bir
seçim söylemine indirgenmesi ya da. Balkon konuşmasında
yuhalatılarak kitlelere idamı servis edilen Selahattin Demirtaş’ın,
AİHM kararına rağmen güvenlikleştirilmesi meselesinde muhalefetin
apolojist tavrının hiç mi payı yok?
İnsanların güven arayışından daha doğal arayış tarif edemeyiz.
Güvensizlik, güvencesizlik her türlü korku ve kaygıyı besleyen bir
olgu. Bugün kapitalist çalışma ilişkilerinde esas olan
güvencesizlikten başlayarak; trafikteki ilişkilerden komşuluk
ilişkilerine kadar hayatlarımızı dengesizleştiren akışın kaynağında
güvencesizlik var. Her an işten atılabiliriz, hem de
borçlandırılmış olarak. Tehlikeli bir işte işyeri güvenliği
önlemleri alınmadığı için sakatlanabilir ya da canımızdan
olabiliriz. Bu durumda güven arayışının nereye akmasını beklersiniz
örneğin?
En güvende hissettiğimiz özel alanımız, evimiz acı biçimde
deneyimlediğimiz gibi bir deprem sonucu başımıza yıkılabilir.
Trafikte yaptığımız ya da yapmadığımız bir hata nedeniyle dayak
yiyebilir, öldürülebiliriz. Söylediğimiz şarkının sözleri ya da
dili birinin hoşuna gitmediği için başımıza bir iş gelebilir.
Cinsiyet kimliği ya da cinsel yönelimimizin açık ifadesi nedeniyle
zarar görebiliriz. Birileri seçim ya da maç galibiyeti kutlarken
güvende olmayabiliriz. Bütün bunların yarattığı ortak duygu
ortaklıklarımıza zarar veren yüksek düzeyde bir kaygı, korku olarak
ortaya çıkıyor. Siyasal iktidar bu kaygı ve korkulara yer
değiştirtmenin yolunu buldu; sağa çeken muhalefet
“güvenlikleştirilme kaygısıyla” ve belli ki ideolojik yönelimiyle
bu yer değiştirmeye müdahale etmemeyi tercih etti.
Güven ve güvenlik hakkında düşünmeme sebep olan ikinci olay,
kendi küçük dünyamdan. Okurun bir kısmının gözünden kaçmamıştır.
Artık eleştiri kültürü, eğlence ve yaratıcılığıyla değil her yıl
yeniden “güvenlikleştirilmesiyle” meşhur, Mülkiye’nin İnek Bayramı,
yeniden bir güvenlik sorunu haline getirildi. Bir Fakültede o
Fakülteden olmayan birini de pek ilgilendirmeyen, içindeki kültürel
ve ritsel öğelerin Fakülte’ye yabancı olanlarca anlaşılmasının pek
de mümkün olmadığı bir gelenekten söz ediyorum. Bayramın güvenlik
sorunu haline getirilmesi bir çılgınlık seviyesine ulaşmış durumda.
Baya baya idari soruşturmalar, ceza soruşturmaları, davalar,
tehditler… Bu yıl İnek Bayramı’nı düzenlemekle görevli öğrencilere
söylenen söz çılgınlığın boyutunu zirveye çıkardı: “Güvenliği
sağlayamayız.”
Önce bir güvenlik sorunu haline getirip sonra güvenliğini
sağlayamamak. Kamu gücünün temellendirilmesine ilişkin tezin özü,
bizzat hayatın çıplak gerçekliği ile karşı karşıya artık.