Sayısından bir türlü emin olamadığımız o insanlardandı Ahmet
Tulgar. Şefkatli, bir an için bile eleştirdiklerine benzememiş,
yazdıklarıyla diğerlerinin hoyratlığını dindirebilen, her zaman
kelimelere sadık ve tutkun kalabilen o insanlardan...
Hayatı edebiyatla kuşatmak, gazeteciliği edebiyatla beslemek,
mücadeleye her zaman edebi bir yan iliştirmekti Ahmet Tulgar. Bu
yüzden de yazarlığını güncel siyasetin vahşi ellerine asla teslim
etmedi. İyi bir edebiyatçı olduğu için iyi bir gazeteciydi. Başka
insanların hayatları ve onların hayatlarının adilce devamı için
kaygı duyan, eşitlikçi, edebiyatçı bakışı, onun insandan yana olan
gazeteciliğini muhafaza etmesini her zaman kolaylaştırdı.
Yazarlığını kusursuz bir şekilde gazeteci kimliğiyle birleştirdi.
Her iki alan birbirine benzer gözükse de, çoğu zaman her ikisinde
de Ahmet Tulgar kadar eşsiz ve iz bırakan olmak zordur.
Gazetecilikte tanıdığı farklı sınıflardan, katmanlardan insanları
yazarlığının gözlem gücüyle birleştirip sayısız öykü kişisi, roman
kahramanı ortaya çıkardı. Kapsayıcılığı, sevgiye yaklaşımı (sevgi
acı da verir, o bu acıdan hiç kaçmadı) edebiyatının zeminini ve
dilini oluşturdu.
Onunla ilgili konuşurken entelektüel bilgiyi hayata yayışından,
ışık saçan, gülen gözlerinden bahsetmemek imkânsız. Ama Ahmet
Tulgar olmak o kadar da kolay değildi. O kadar kolay olmadı
biliyoruz. Yazdı bunu. “İki hayatım oldu benim. İki hayat oldu
benim için. Birinin şefkati olmasa diğerine katlanamazdım. Birinde
yaptığım hataları diğerinde anlayışla karşıladım ben. Diğeri bana
herkesi, öncelikle de kendimi affetmeyi öğretti. (...)İki hayatım
oldu benim. İki hayat oldu benim için. Birinin zulmüne hayatta
dayanamazdım, diğerinde zalimleri bile sevmesem. Kendimden
saymasam. Kabullenmesem.”
Yirmili yaşların sonunda cezaevinde bir hayat kurabilmek.
Eğilmeden, bükülmeden ve savrulmadan. İnsanı anlaya anlaya
incelikle örülmüş bir bakış açısı onun en önemli becerisiydi.
Gökten zembille inmedi bu özelliği ona. Mayasını kendi tuttu.
“Sağıma yatardım bir yıl, soluma yatardım bir yıl. Kitaplarımda
kırmızı damgası idarenin. Almanca bilirlermiş gibi. Habermas
anlarlarmış gibi. Mann’a nüfuz edebilirlermiş gibi. Orada anladım
ki bir hayatın olursa eğer, diğerini de kimse alamaz elinden. Hayat
zihin ve zamandır aslında. Zamanı zihinde üretebilmek. Mekân
değildir aslolan. Mekân bahane. Sabahları sayım biter bitmez, eli
sopalı gardiyanlar gider gitmez diğer hayatıma giderdim ben de.
Beni orada Cortázar beklerdi, kahvesi yarım; Benjamin beklerdi,
gözlükleri buğulanmış; Enzensberger beklerdi, bir dizenin
sevinciyle aydınlanmış yüzü. Böyle geçti cezaevi seneleri, anlaya
anlaya. Neden? Bir hayatım olmasa, diğerinde asmıştım kendimi bir
kalorifer borusuna.”
İşte bu yüzden onun öyküleri de romanları da tıpkı kendi gibi.
Anlaya anlaya... Hayatın edebiyatla terbiye edildiğinde çekilir
olabildiğini kanıtlayan biricik bir yazar Ahmet Tulgar. Ve Rita Mae
Brown’un unutulmaz sözlerinin örneği gibiydi; Ahmet Tulgar’ın en
devrimci yanı kendi olmaktı ve kendi gerçeğini söylemekti. Onun
kadar hayata kollarını açmış birinin, acıya da aynı hevesle
kollarını açmasına şaşırmamak lazım. Baksanıza ölüme bile erkenden
açıverdi kollarını.
Türkiye’den Türkçeye sığınmış biri olduğunu söylerdi. Türkçede
umut ve şefkat kelimelerinin karşılığı olarak daima kalacak Ahmet
Tulgar.