Bir hoş geldin yazısı: Kararnameler nasıl
eleştirilir?
Anayasa değişikliği, OHAL, KHK rejimi nasıl eleştirilir? Türlü
türlü olabilir. Her kesimden, her cenahtan iyi kötü birçok eleştiri
çıktı. Ama en iyi, en zarif, en güzel eleştiri Duvar’a kısmet oldu.
Murat Sevinç’in kaleminden,
onu niyeti sadece bir öykü anlatmak olsa da.
Yüzlerce insan akademiden, binlerce insan kamudan atılmışken
adının bu şekilde öne çıkmasından hiç hoşlanmayacağını iyi bilerek,
affına sığınarak yazıyorum: Duvar’daki ilk yazısında Murat Sevinç,
genç bir adam olarak İngiltere’ye adım attığı günlerde olup
bitenleri aktardı. Zorlu anayasa hukuku meselelerinde, güncel
siyasal konularda görüş ve düşüncelerini uzun süredir kamuoyuna
anlatan Murat hoca, kişisel görünen, “saçma sapan” dediği bir
öyküyü, edebiyatçı kumaşıyla örebildiğini de ortaya koydu tatlı
tatlı. Fakat mesele sadece güzel bir öykü, damakta kalan nefis tat
değil; bir Duvar çalışanı olarak aldığım haz da değil.
KARARNAMELERİN KATILIĞINA KARŞI ÖYKÜLERİN
İNCELİĞİ
20’li yaşların başında idealist bir genç adam, çalışmak istediği
kürsüye girebilmek için bir eksiğini, devletin bir türlü öğretmeyi
başaramadığı dil eksiğini tamamlamak derdindedir. Cebinde az bir
parayla İngiltere yolunu tutar ve olaylar gelişir. Bu öykülerin
devamını yazması dileği ve hayaliyle ve izniyle meramıma geleyim:
Eksiğini tamamlamış olarak ülkesine döner, kürsüsünde çalışmaya
koyulur. Yıllar geçer, bir gün bir kararname ile o kürsüden,
üniversiteden ve hatta görünüşe göre mesleğinden atılmıştır. Tek
başına da değil elbette, yüzlerce kişiyle beraber.
İngiltere’de genç adamı kucaklayan Keçörenliden, dil bilmeden
seni kürsüye almam diyen kurala sadık hocaya, eksiğini tamam edip
ülkesine dönen genç adamdan, böylesine tutkuyla girip çalışkanlıkla
(daha yakında iki kitabı çıktı) sürdürdüğü akademisinden koparılan
hocaya uzanan öykü, kararnamelerin ruhunu deşifre ve tahrip gücüne
sahip.
Hocanın 28 Şubat sürecinde (elbette birçok adı duyulmuş
duyulmamış meslektaşıyla beraber) bildiği ve inandığı hukuk üzere
nasıl tavır aldığını anlatmak gereksiz, baş örtüsü meselesinde
özgürlükçü tutumunu hatırlatmak lüzumlu değil, 367 tartışmasında
kimi dostu da olan meslektaşlarına nasıl itiraz ettiğini yineleyip
hayıflanmak da... Son kararnamenin çıktığı gece bunları hatırlatan
“iktidar yanlısı” kişiler de oldu zaten. Vefa güzel şey, keşke
devamı gelebilseydi. Üstelik bunları bir kişi ismi etrafında
hatırlatınca, öyle davranan ama kararname mağduru olan ya da
olmayan sayısız başka akademisyen unutulmuş gibi görünebilir. Yine,
böyle davranmayanların kararnamezede olması gerektiği gibi bir ima
çıkabilir. Derdimiz ne kıyas, ne yargılama, ne değer yükleme.
VİCDANİ VE ESTETİK TAHRİBAT
Öykünün, (Vivet Kanetti’nin deyişiyle) güldüren ve ağlatan
burçtaki öykünün içinde yatan temel şey, akademisyenin genç bir
adam olarak portresi. Çehov’un o müthiş Bozkır öyküsündeki
insan-doğa-çocuk arasındaki bağın bir tekrarı insan-şehir-genç adam
arasında kuruluyor. Kararnamelerin bu günlerde akademiden atmakta
olduğu asıl şey, bu türden genç adam ve kadınların disiplinli bilgi
üretim arzu ve iradelerinin kendisidir. Mesleklerine, alanlarına
bağlı, adanmış kişilerin politik görüşlerini, olaylara ilişkin
analizlerini, ilişkide oldukları ya da olmadıkları kişi ya da
gruplarla bağlarını bahane edip ihraç ederseniz, sadece hukuki ve
siyasi tartışma yaratacak bir iş yapmış olmazsınız, aynı zamanda
ahlaki, vicdani ve estetik bir tahribata da imza atarsınız.
Tekrar edelim o halde: Yüzlerce kişi atıldı ve işte bu öykü
onlardan birinin kişisel görünen öyküsü, atılan yüzlerce kadın ve
adamın az ya da çok paylaştığı bir arzuyu, bir tutkuyu, bilgi
üretimi için gerekli temel bir duygu ve düşünce durumunu
kararnamelerin yüzüne vuruyor. Akademi, kendisini akademi olmaktan
atıyor.
Renksiz, tutkusuz bir akademi, resmi gazeteye dönmüş bir medya,
sadece devlet zoruyla ayakta tutulmaya çalışılan bir olağan dışı
hukuk rejimi, kutuplaşmaların, derin fay hatlarının hareket halinde
olduğu bir toplum, merkezi iradeye pürüz çıkaran her şeyin
temizlendiği bir siyasal hijyen histerisi: Yapılan budur ve bugün
zafermiş gibi yürütülen şey, aslında bir yıkım sürecidir.
Öykü, kararnamelerin asıl öldürmeye yöneldiği şeyin sadece bir
anısını değil, bir vaadini de taşıyor: Doğru bildiği yolda mücadele
eden adam ve kadınlar, ağlatan ve güldüren serencamlarıyla
yollarını yürümeye devam ederler. Zorlu günlerinde bir Keçiörenli
kucaklayacaktır onları.
*
Daima muzaffer olan ve hiç yanılmayan sadece tanrıdır. Siyasal
iktidarlar bu sıfatı üstlerine yazarak esip gürlemeyi çok sevseler
de, baki değillerdir. Beka sorunu dedikleri şey kendi “fena”
sorunlarıdır. Konu insanlar olunca baki kalan bu kubbede hoş bir
sedadır ve o seda işte böyle esaslı öykülerde sürdürür yaşamını.
Hafıza ve vaat olarak.
Duvar’a hoş geldin Murat hocam. Sevinç verdin.