1.
Belli bir yerden belli bir yere
uçak bileti ne kadardır? Ya otobüs bileti?
Bir pazar filesi, benzin deposu
kaça dolar?
Çarşının orta yerindeki bir
tekel bayii ne kadar kazanır? Peki kenar mahalledeki bir
nalbur?
A sınıfı, her şey dahil bir
otelde altı gece yedi gün tatil kaç paraya patlar?
Gelirinizle her ay neyi ne kadar
yapabilirsiniz?
Enflasyon, tüm bu soruların
makul cevaplarını tek hamlede mideye indiren doymak bilmez bir
canavardır. Bizim kuşak, gazetelerde, dergilerde sürekli bu
canavarın görsellerine rastlayarak büyüdü. Canavar algımız mı
dardı, yoksa çizerlerin kolayına mı geliyordu bilmem ama “enflasyon
canavarı” hep bir tür dinozormuş gibi
resmedilirdi.
Bir o dinozor, bir de daha sert
bir grafik kabilinden, “ortadirek”in payına düşen sivriltilmiş bir
kazık… Bonus niyetine, enflasyonu ve kazığı gündemimize sokan
ekonomik programın mucidi Turgut Özal’ın, diğer adıyla “Tonton”un
bir karikatürü… 1980’li yılların medyasını tararsanız, taraflı
tarafsız birçok yayında karşınıza bu görseller çıkar. Enflasyon,
kazık ve Özal... Neyin ne olduğuna dair hızlı bir fikir
edinirsiniz.
Şimdi bu görsellerden hiçbiri
ortada yok. Ne canavar ne kazık ne de mimar. Ama hepsinin gerçek
hayattaki temsillerinin mevcut olduğunu yaşayarak
biliyoruz.
Yine de tüm bu görsellerin
yerine geçen önemli bir unsur var: Sosyal medyada hiç durmadan
dönüp duran hayret ve kızgınlık içeren sorular. Bugün herkes
paradan konuşuyor. Hızla değişen fiyatlardan, yetmekten ve
yetememekten…
Sosyal medyanın kendisi kocaman
bir canavar görseline dönüştü. Sislerin içinde durmuş bekleyen bir
canavara...
2.
Girişte sıraladıklarımdan daha
da önemli bir soru var. “Geliriniz nedir” sorusu…
“Ne kadar kazanıyorsunuz” değil
soru; tam olarak şu: CV’nizde ya da biyografinizde yazanların
ötesinde, geliriniz sizi toplum içinde nereye konumlandırıyor?
Burada “ortadirek” açısından zurnanın zırt dediği yere
geliyoruz.
Öğretmensiniz, doktorsunuz,
beyaz yakalısınız, mavi yakalısınız… Çalışıyorsunuz, bir ücret
alıyorsunuz. Peki aldığınız ücret, emeğinizin karşılığı mı? Tamam
buna hemen herkes “Hayır” diye yanıt verir; o halde soru şu:
Aldığınız ücret, sizden daha az çalışanlardan, üretenlerden çok mu
az mı? Ya da aldığınız ücret, eğitiminizin karşılığı mı?
Biliyorsunuz, bu sorular da sıklıkla soruluyor ve cevaplar ortaya
çıktığında, farklı iş gruplarındaki insanlar birbirlerine
bileniyor. Özellikle de eğitime fazlaca yatırım yapmış olanlar,
kendilerine göre daha az eğitimlilerin, kendilerinden yüksek
kazanmasına içerliyor. Gruplar arasında nihayetsiz, çıkışsız ve
anlamsız söz savaşları yaşanıyor. Orta sınıf, giderek kan
kaybetmesinin, erimesinin suçunu, o güne dek altında gördüklerine
yüklemek istiyor.
Bu savaşların kazananı yok çünkü
çok önemli bir başka soru daha devrede:
Kazancınız tam olarak neyin
karşılığı?
Mesele burada. Artık kimse neyi
neden kazandığını ya da kazanamadığını bilmiyor. Tıpkı neyin ne
kadar ettiğini bilmediği gibi… Emeğin değerini ölçemediğimiz,
ölçerken kaybolduğumuz bir noktaya geldik. Sadece Türkiye değil,
başta Avrupa ülkeleri, kapitalist dünyanın hemen her aktörü bu
çıkışsızlıkla yaşıyor.
Mevcut kapitalist sistemin yol
açtığı temel arızalar hakkında önemli eserler kaleme alan ekonomist
Peter Fleming, “Homo Economicus’u Ölümü” isimli kitabında çok
önemli bir şey söylüyor: “Aldığınız ücretin çalıştığınız saatlere,
gerekli beceriye ve işin toplumsal değerine bağlı olduğu eski
zamanlar geride kaldı. Bugün alacağınız karşılığın belirlenmesinde
başka faktörler daha büyük rol oynuyor.”
3.
Nedir o başka
faktörler?
Birçok faktör sıralanabilir; ben
bazılarının altını özellikle çizmek istiyorum.
Birincisi, toplumsal düzeni ve
insanların kafasını her düzeyde karıştıran internetin varlığı.
İnternet, üretim biçimlerini ve ilişkileri değiştiriyor ve bu
değişimin toplumsal hayattaki yansımasını ölçmekten halen uzağız.
İnternet, yeni tüketim, alışveriş, ulaşım hatta konaklama biçimleri
getirerek eski ekonominin dibine dinamit koymakla kalmıyor; söz
gelimi on sene önce aklımıza gelmeyen yeni sorular da üretiyor:
“Bir influencer’ın üretim ilişkilerindeki yeri nedir" mesela, ne
kadar kazanır, neye göre kazanır?
Bu işin internet tarafı. İşin
içine daha yapay zekâ girecek; bilmeceler
çoğalacak.
İkinci faktör, her alandaki
taşeronlaşma. Bir işi kimin yaptığı belli değil. Herkes aldığı işi
bir başkasına veriyor ve bir tür rant ekonomisi üzerinden kazanç
elde etmeye çalışıyor. Devlet ve belediye ihalelerindeki kat kat
taşeronluk, toplumun her alanında var. “Proje” denilen her işin ucu
çoğu kez “taşeronluğa” çıkıyor. Bir işi kimin yaptığı belli
olmayınca, tek bir işin üzerinden katman katman kazanç elde edenler
çoğalınca, işin değerini hesaplamak da güçleşiyor.
Üçüncü ve en önemli faktör,
istihdam hiyerarşinin anlamsızlaşması. Ekonomist Fleming’e göre,
çalışanların piramitteki yeri bugünün dünyasında sürekli değişiyor,
herhangi bir firmada üst düzey bir yönetici değilseniz de sürekli
geriliyor. Fleming, “elit okullardan ve ailelerden gelen seçilmiş
üst düzey yöneticilerin” en tepede yer aldığını söylüyor. Bu
kişilere hizmet edenler ikinci seviyede duruyor. Nihayet üçüncü
seviyede de, piramidin geriye kalanını oluşturan yüzde 99’luk kitle
var. Bu piramidin içinde de iyi işler ve kötü işler hiyerarşisi
bulunuyor. Toplumun devamı açısından “gerekli işlerle”, hizmet
sektöründe giderek çoğalan “ıvır zıvır” işler…
Bu piramidin kapitalist dünyanın
temel unsuru olduğunu zaten biliyoruz. Bugünlere dek hemen herkes
kendi yerini de buralarda üç aşağı beş yukarı görüyor; hiç değilse
bir gelecek kestiriminde bulunabiliyordu. Bu piramit açısından yeni
olan, iki binli yıllarda, en yüksektekilerin servetinin, krizlere
bizzat sebep olmakla birlikte bu krizlerle beraber çılgınca
artması. Ortada hiçbir rasyonel açıklaması olmayan kazançlar var ve
onlarla beraber tüm ekonomik mantık da çöküyor; üstelik buradan
doğan gelir eşitsizliği aşağıyı da karıştırıyor. Sözü Fleming’e
verelim (uzunca bir alıntı yapacağım):
“Üst düzey yöneticilerin
ücretleri konusunda daima bir tartışma yaşanagelmiştir. Ancak bu
kişilere yapılan ödemeler, performans ve faydadan bariz bir şekilde
ayrıldığında, enkaz ekonomisinin vizyonu tartışmaya dahil olur.
Herhangi bir bireyin bir kurumun değerine yaptığı katkının (yani
marjinal ürün) kesin olarak ölçülmesi maalesef zordur. Ne var ki,
bazı yönlerden bu büyüklük gerçekten pek önem taşımaz; çünkü artık
önemli olan ‘kullanım değeri’ değildir. Aldığınız ücretin
çalıştığınız saatlere, gerekli beceriye ve işin toplumsal değerine
bağlı olduğu eski zamanlar geride kaldı. Bugün alacağınız
karşılığın belirlenmesinde başka faktörler daha büyük rol oynuyor.
Mesela, Londra’daki köpek bakıcılarının, ülkenin ücret
ortalamasının (yıllık 22.044 sterlin) çok üstünde (32.356 sterlin)
ücret aldığının açığa çıkması, enkaz ekonomisi modelinde istihdamın
nasıl işlediğine dair çok şey anlatıyor. Köpek bakıcıları çok daha
yüksek ücret almakla kalmıyor, çalışma süreleri de ortalama
emekçinin çalışma süresinin yarısı kadar. Gerçekten de, bir
milyonerin köpeğini Hyde Park’ta gezdirme işinin NHS [Birleşik
Krallık’taki devlet sağlık sistemi] hemşireliğinden daha önemli
olduğu düşünülüyor (hemşirenin başlangıç maaşı yıllık 20.070
sterlin). Şimdilerde iş ve ücret arasındaki ilişkinin yeni bir
prensip doğrultusunda düzenlendiği kesin.
İş ve karşılığı arasındaki
bağlantı kopukluğu, iş dünyasındaki üst düzey yöneticilere ve üst
kademelerdeki kamu görevlilerine ödenen aşırı yüksek maaşları
duyduğumuzda iyice açığa çıkıyor. Bu son derece rahatsız edici
rakamları belirleyen şey, acaba iş piyasasındaki rekabet midir? Bu
uygunsuz maaş paketleri daha fazla çaba harcandığının işareti
değildir; çünkü hiç kimse kendi verimlilik düzeyini o ölçülerde
yükseltemez. Bu maaşlar yetenekli bireylerin piyasadaki kıtlığına
da bağlanamaz. Yetenekli bireylerin kökü geçtiğimiz on yılda
kurumuş değil. Ekonomik Politika Enstitüsü’nün 1978 yılından bu
yana CEO’lara yapılan ödemelerin yüzde 937 oranında artmasıyla
ilgili olarak açıkladığı gibi: ‘Bu artış yetenek peşindeki rekabet
yarışında yüksek maaşlı profesyonellerin değerindeki artışı
yansıtmıyor; daha çok üst düzey yönetici maaşında somutlaşmış ciddi
‘rant’ların varlığını yansıtıyor.’” [Homo Economicus’un Ölümü - İş,
Borç ve Sonsuz Birikim Efsanesi; Koç Üniversitesi Yayınları, 2019,
(Çeviri: Esin Soğancılar)]
4.
Fleming, bugünleri “yeni
karanlık çağlar” diye adlandırıyor. Bence çok isabetli bir saptama.
O kadar karanlık ki ne çalıştığımızdan anlıyoruz ne
kazandığımızdan. Toplumun içindeki yerimizi göremiyoruz, emeğimizin
değerini bilemiyoruz. Türkiye’de bir de ek olarak, yıllardır
süregiden berbat ekonomi yönetiminden kaynaklı, emeğin değerinin
hiçleşmesi meselesi var.
“Yeni karanlık çağlar” tabiri
bile yetmiyor belki. Daha da eskide bir yerlerdeyiz. Acaba
karikatüristler enflasyon canavarı diye dinozor çizerken bir
bildikleri mi vardı?