Cihad-ı ekber ile 1. Dünya Savaşı’na gidip bir daha dönmeyen büyük amcalarım, İsmailoğlu Osman, Mehmet’in ve gazi olarak dönen dedem Mustafa’nın hatırasına hürmetle...
İngiltere’nin eski başbakanı Boris Johnson, Ocean Gate firmasına ait turistik denizaltı ile Titanik’in batığına dalan ve burada hayatını kaybeden insanlar hakkında bir yazı kaleme aldı. Onların yaptıkları işi elbette Titanik’in hikayesine bağlayarak, büyük bir kahramanlık ve cesaret örneği olarak selamladı. Johnson, İngiltere’yi, kapitalizmi, İngiliz kapitalizmini tanrılarla yarışmak gibi küçük insani kusurları olsa da (e o kadarı kadı kızında da) yerlere göklere sığdıramadı.
Titanik 1912 ve Titan 2023 kazalarında nerede hata yapılmıştı ve kapitalizm ile tüm bu olanların alakası neydi, bir önceki yazımda kısaca anlatmaya (üstelik dalga geçmeden) çalışmıştım.
Şimdi, Johnson’un OceanGate şehitleri için kaleme aldığı ve olumladığı ama bizce yanlış olan şeylere bakarak devam edelim.
-I- İngiliz Davası
“Solcular onların bu girişimine dudak büktüler(1), ama denizaltındakiler insani bilgi ve deneyiminin sınırlarını zorlamak gibi tipik bir İngiliz davası uğruna öldüler ve bu beni gururlandırıyor”
Hem İngiliz basınının hem de yazıyı Türkçe’ye çeviren Serbestiyet’in spota çıkardığı yer burası olmuş. Spot ve yazının kalanı bence oldukça önemli, hatta tarihsel bir belge. Örneğin B.Johnson, İngiliz davasından, J.Conrad’ın In The Heart of Darkness hikayesindeki samimiyet ile ya da Arap Lawrence’ın hatıratındaki inanmışlıkla, üstelik bir tür imanla bahsediyor. 18-19. yüzyıldaki İngiliz koloniciliği ile günümüz okyanus maceracıları arasında Titanik’in kibirli ama dramatik biten hikayesini bir köprü olarak kullanmaya çalışıyor ve hikayenin rasyonel boşluklarını, İngiliz davası uğruna hayatını yitirmiş 5 okyanus muhaciri güzellemesinden oluşan bir tür ilahiyat ve bunların eylemlerindeki büyüklüğü bile anlamaktan yoksun ahmak solculara nefret ile doldurmaya çalışıyor.
Peki nedir bu müdrik olamadığımız, İngiliz Davası?
Bilhassa, Osmanlı-Türkiye üzerinden düşünürsek, mesela İngiltere’nin "üzerinde güneş batmayan imparatorluk" davasını, Almanların “güneye açılma”, Rusların “sıcak denizlere açılma” Yunanlıların “Megalo idea” davasından ayıran şey nedir?
Bakarsan hepsi sömürgeci ya da atanmayı bekleyen sömürgeciler; Almanlar ve bilhassa İngilizler, Osmanlı’nın ve Türkiye’nin kanını mebzul miktarda emmişler. Ama devletlular, estikçe "eyyyy Merkel, eyyy Trump" diye eyyamcılık yaptıklarında bile "eyyyy Johnson, eyyy Kraliçe" demediler, diyemediler (Gerçi, Bahçeli, Reis, Toni, Joni bi şeyler dedi ama o konu ayrı).
Dolayısıyla, Johnson’un İngiliz davası dediği şey aslında bir yöntem, bir metod.
Şöyle hikaye edilir:
Bir İngiliz ve birkaç Avrupalı bir kediye hardal yedirmenin imkanları üzerine tartışmaya girmişler. Avrupalılardan birisi (diyelim Alman) kedinin ağzını zorla açan bir makine yapıp, hardalı direkt midesine indirmiş. Avrupalılardan diğeri (diyelim İtalyan) kediye zor kullanarak, bağırıp çağırarak, hardalı yedirmeye çalışmış. İngiliz ise hardalı kedinin kıçına sürmüş ve kedi hardalı yalaya yalaya yemek zorunda kalmış.
Mesela, Osmanlı dekadansında, Osmanlı’nın bütün toprakları, menkul ve gayri menkul varlıkları İngilizler tarafından ipotek altına alınmış olmasına rağmen, Osmanlı bab-ı âlisi, eteklerini savura savura bir sefirlikten diğerine seyirten paşalar ve kalemlerini bir tabak sucuklu yumurtaya satmaya hazır muharrirler, “asılacaksan İngiliz sicimi ile asıl” mottosunda özetlenen bir İngiliz muhipliği icat etmişler ve bunu da mesela 1. Dünya Savaşı’nda İngilizler ile aynı cephede savaşa girebilmek için kendilerini yırtmak, ya da gamsız sığırın kasabın bıçağını yalaması diyelim, başta olmak üzere İngiliz mukallitliğinin bin bir biçimi ile icra etmişlerdir.
East Indian Company’nin hikayesi şurada dursun, peki ya Anzac’lar. Her, 18 Mart’ta isimlerini duyduğumuz bu millet mi, kabile mi, ırk mı ne olduğunu bir türlü bilemediğimiz ama 1. Dünya Savaşı’nda imparatorluğun savaş şirketi Australian and New Zealand Army Corps/Company (yani ANZAC)’nin amele askerleri, eğer ölmezlerse, İngiliz vatandaşlığı ile şereflendirilecek olan, kölecilik döneminde gladyatörlerin bile sınanmadığı kadar büyük bir mücadele ile sınanmış olan, gerçek survivorlar.
İngiliz davası ve metodu işte budur.
Avustralya yerlisini, Çanakkale’de savaştırır, Anadolu halkı kiminle savaştığını anlamayacak kadar hafızasız bırakılır, ANZAC’lar en az Seddülbahir’de parçalanan köylüler kadar kederle, İngilizler gene sitayişle, muhabbetle hatırlanır. Osmanlı dekadansından, Yeni Türkiye çürümesine kadar, bıyıkları hardal bulaşığı, fesli fessiz muharrirler, işte bu sicimi kadar kaliteli İngiliz metodu sayesinde, İngiliz davasına ağıt yakmaya devam ederler.
2-Denizler Altında Fersah Fersah
“Bazıları bu denizaltı dünyasının zenginliklerle dolu olduğunu söylüyor: Mesela elektrikli araç bataryaları için acilen ihtiyaç duyduğumuz nadir metaller, deniz ortamına zarar vermeden hasat edilebilecek bol miktarda nodüller gibi. Diğerleri o kadar emin değil. Ama bunları gidip bakmadan nasıl bilebiliriz ki? Ve neden bu dünyaya bakma şansı küçük bir azınlığa verilsin?
İşte tüm bu saydığım nedenlerden ötürü bu görev çok önemliydi. Diğer herkes gibi sol cenah da buna değer vermeliydi.”
Boris Johnson, Melih Gökçek’in jelibon rezervinden bir tık daha ciddiyetle, bize turistik faaliyet diye duyurulan şeyin aslında bilimsel bir çalışma olduğunu anlatıyor. Diyelim ki bilimsel araştırma, ya da hem bilimsel hem de turistik (ki neo-liberal dünyada bu da para eden bir şey). Hatta diyelim ki, okyanusların altı hakikaten elektrikli araç bataryalarını kolaylaştıracak madenlerle değil, bizzat o bataryalar ile dolu olmuş olsun, Johnson’un bahsettiği “bu şansa sahip küçük bir azınlık” dışında, bunları çıkartma, satma, patente alma hakkına kim sahip olabilecek.
Bir de İngiltere’den bahsediyoruz, İngiliz davasından ve metodundan, Hintlilere Allah'ın deniz tuzunu yasaklayan, dokuma yapmasınlar diye Güney Doğu Asyalı ustaların parmaklarını, çay üretemesin diye Asyalı çitfçilerin kollarını kesen İngiliz davasının tarihinden ve metodundan bahsediyoruz.
İngiltere’nin kendi toprakları hariç, dünyada kan akıtmadığı, coğrafyasını talan etmediği, geleneksel üretim biçimlerini ıskartaya çıkarmadığı, borçlandırıp boyunduruk altına almadığı bir karış toprak varmış gibi Johnson “deniz ortamına zarar vermeden çıkarılabilecek nodüller…” diyor ve meseleyi “sol cenah buna değer vermeliydi” diye döndürüp gene halkın bedava bataryalara ulaşmasına mani olan solcuları, halka şikayet ediyor. Biz bu tavrı epeyce bir zamandır tanıyoruz zaten Türkiye’de ve bıktık. İnsanlarla alay edip, solcular ölülerimize, dinimize, imanımıza saygı duymadı tavrı, herhalde küresel bir gayri ciddilik. Boris Johnson’u, üstelik henüz İngiliz davasının 5 sahabesinin kırkı çıkmamışken, ciddiyete davet ediyoruz.
3-İngiliz Davası -II-
“Bana kalırsa, Hamish Harding ve arkadaşları insanlık için yeni bir adım atmaya, denizaltı seyahatini yaygınlaştırmaya, okyanus tabanını demokratikleştirmeye çalışıyorlardı.”
Philhellenism denilen Yunanmuhipliğini aslında Almanlar icat etti ama kısa sürede bütün Avrupa’nın genç ulus devletleri ya da kolonici imparatorlukları, bir maya olarak Philhellenismi çok sevdiler ve kendilerini Helen geleneğinin sahibi, hamisi en hafif ifadeyle taşıyıcısı, gürüh-u nacisi olarak gördüler. Bu yüzden, koloniciler Anadolu’dan ve Ege kıyılarından yalnızca tarihi eserleri, antik eserleri, mücevherleri talan etmediler; binlerce yılda Ege kıyılarında birikmiş olan mitolojiyi ve felsefeyi de kolonize ettiler.
Yani başka türlü söylersek, Titanik'e ismini veren titanlar, İngiliz kibrinin timsali olan Titanic ve tabii Titan olmadan önce, Anadolu-Egeli bir efsaneydi ve muhtemelen Boris Johnson’un Yozgatlı akrabalarından daha Anadoluluydular, tıpkı Ocean’ın İngilizce’ye kolonize edilmezden önce, Titanların savaşında denizlere hükmeden bir başka titan olması gibi.
Dolayısıyla, İngiliz'in davası bir yanda devşirme, bir yanda kolonize etme, bir yanda kediye hardalı yedirme, ama "bizzat devşirilenlerin marifetiyle" hikayesidir. Üstelik tüm bunlar olurken, denizlerin tuzu halktan esirgenirken, ustaların kolları parmakları kesilirken, topraklar miskal miskal bombalanırken, "İngiliz bu dünyanın hizmetkarıydı", onun işi beyaz adamın angaryasıydı. Uzak Asya, Hindistan, Ortadoğu’nun ve tarım arazilerinin, nehirlerin, göllerin, okyanusların yüzeyinin İngiliz davası tarafından ‘demokratikleştirilmesinin’ ardından sıra bizzat Johnson’un deyimiyle “okyanusların demokratikleştirilmesi”ne gelmiş, ki bizim karşı olduğumuz şey tam olarak budur.
(1) Lefties sneer. But those brave souls on the submarine died in a cause - pushing out the frontiers of human knowledge - that's typically British and that fills me with pride
Çeviriyi yapan Serbestiyet, “sneer” kelimesini “dalga geçmek” olarak görmüş, “sneer” net bir şekilde dudak bükerek küçümseme ve aşağılayıcı dalga geçmedir. Yani dudak bükmenin içindeki dalga geçme kadar dalga geçmedir. Ama, Serbestiyet’in Taraf’tan yadigar müktesebatı, solcuları ölümün kutsallığı karşısında bile dalga geçen bir öznellik olarak inşa etmeyi sevdiği için şaşırmıyoruz. Solcular hep dalga geçerler zaten, bu yüzden bu ciddiyetsizlerle dalga geçmek müstahaktır.