Bir kadeh de okura...

Giray Kemer'in son kitabı ''Ses Veriyorum'' İletişim Yayınları etiketi ile okuyucuyla buluştu. Kemer, ''Birine benzemek için yazılmaz elbette ama benzetilmekte de bir sorun yok benim için'' dedi.

Abone ol

Nida Dinçtürk

DUVAR - İletişim Yayınları’nın edebiyat dünyasına kazandırdığı taze soluklardan biri olan Giray Kemer’in, ikinci kitabı “Ses Veriyorum”, iki genç adamın abilik-kardeşlik hattında ilerleyen, dostlukta birleşen ilişkilerinin naif öyküsü.

Ses Veriyorum, İletişim Yayınları etiketi ile çıktı.

İlk kitabı “Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı” ile tanıyıp sevdiğimiz Giray Kemer, ikinci kitabı ve ilk romanı “Ses Veriyorum”u okurla buluşturdu. Pazı Sarması’nda, birbirinden kopuk olduğunu düşünürken umulmadık noktalarda birleşen öyküler anlatan Kemer, “Ses Veriyorum”da bu kez duygular arasında dolaşan, baştan sona bütünleşik bir öykü anlatıyor: Burak’la avukatın öyküsünü.

Esasında iki ev arkadaşı olan Burak ve avukat, kısa sürede duygularını şiirle ifade etmeyi beceren zariflikte ve birbirlerinin acılarını göğüsler cürette bir dostluk inşa ediyorlar. Burak’ın çoğunlukla hürmet gösterdiği, avukatın ise şefkatle beslediği bir dostluk onlarınkisi. Burak’ın hürmeti avukatın yaşça büyük olmasından, avukatın şefkati Burak’ın toyluğundan. Fakat mevzu aşk acısı olunca ortada ne deneyim, ne hiyerarşi, ne abilik-kardeşlik kalıyor. Burak, ‘gençliğinin baharında’ yeni gönül işlerinin peşinde koşarken avukat eski sevgilisinden yadigar bir nedamet ve özlem gölgesiyle yaşıyor.

Tüm bu duygular nihayetinde gelip iki kadeh rakıda buluşuyor, yıldız manzaralı bir terasta tatlıya bağlanıyor. İkisinin de düşe kalka ilerlediği bu yol, kalp kırıklıklarıyla, apansız coşkularla, sarhoşluklarla dolu. İki adamın da kendini ‘adam etmeye’ çalıştığı, bazen kaçıp saklandığı, sonra sobelenmişçesine ortaya çıkıp kendini döve döve her şeyle yüzleştikleri bir hikâye bu.

Burak ve avukatın ilişkisi, aynı kadına aşık olma gafletinin haricinde, yakın dostlukların tanıdık samimiyetini taşıyor. Üstelik aşk acısında bile ayrılmayı becerdiğimiz küçük dünyamızda, ayrılığın kadınlara sessiz sedasız ağlamalar getirirken erkeklere daha çok play station oynama özgürlüğü verdiği sanrısını yerle bir ediyor. Erkeklerin de kadınlar gibi derin sorgulamalarda boğulabildiğini, zamanı başa almak istercesine “orada öyle yapmasaydım”la başlayan cümleler kurduğunu kanıtlıyor. Anason kokulu bir nefes, mevzunun kadınlık-erkeklik meselesi olmadığını, insanlıktan ibaret olduğunu fısıldıyor.

“Ses Veriyorum” sadece iki erkeği bir arada tutan duyguları tarif etmiyor, bir kadınla bir erkeği de bir arada tutan telleri titretiyor.

Fonda yine şahane şarkıların çaldığı bir Giray Kemeri kitabı olan “Ses Veriyorum”, avukatla Burak’ın rakı masasında okura da bir kadeh rakı koyan; sevenlerin, özleyenlerin ve pişmanların halinden anlayan, sevdalılarını da Ankara’ya doyuracak bir roman.

''UMARIM YALNIZ DEĞİLİZDİR''

Sen de öyküden romana hızlı geçenlerdensin. Senin için nasıl oldu bu geçiş? Nasıl bir deneyim roman yazmak?

Öyküyü çok seviyorum. Kendimi öykü yazmaktan başka biçimde de hiç düşünmedim açıkçası. Bu kitapta da, Pazı Sarması’nda da bölümlerin kendi içinde öykü matematiğinde yazılmasına, toplamda ise roman bütünlüğünde olmasına uğraştım sadece. Sanırım “Ses Veriyorum” daha başı sonu belli bir metin oldu bu noktada. Yoksa kasıtlı yaptığım bir geçiş değildi.

Türkçe edebiyatta ‘Ankara edebiyatı’ giderek yerleşen bir kavrama dönüştü. Sen de artık bu temsilcilerden biri sayılırsın. Sen ne düşünüyorsun? Yoksa sadece Ankara'yı severlere mi lezzetli geliyor bu eserler?

Fotoğraf: Caner Odabaş

Bu ‘Ankara Edebiyatı’ mevzusu enteresan. Hakan Kaynar yazmıştı: “İzmir tulumundan mülhem Ankara Edebiyatı küçümsemesi…” diye. Özellikle Ankara yazayım, “Ankara Edebiyatı tayfası”na ben de dahil olayım diye özel bir çabam olmadı. Kimsenin de bu sebeple yazdığını sanmıyorum. Ancak iyi bilmediğin bir şeyi yazdığın noktada, metin kendini belli ediyor. Bir samimiyetsizlik, bir yapıntılık baş gösteriyor. İyi bildiğim birkaç yer var. Bunların başında da Ankara geliyor. Kendiliğinden oluşan bir durum yani. Mekan ister istemez metnin mühim unsurlarından biri oluyor. Burayı seviyoruz. Neden sevdiğimizi o kadar da bilmeden, çok da düşünmeden seviyoruz, sahipleniyoruz. Kendi kendimize mi çalıp söylüyoruz, başkaları da benzer bir tat alıyor mu bilmiyorum. Umarım yalnız değilizdir.

"Ses Veriyorum", aynı "Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı"daki gibi fonunda sürekli şarkılar çalan bir kitap. Şarkıların senin yazma sürecinde, kitaplarında nasıl bir rolü var?

Müzik hayatımda hep çok kıymetli oldu. İstanbul’daki öğrencilik hayatım boyunca müzisyenlik de yaptım. Hayatımda da, yazdıklarımda da “fonda” dan daha kuvvetli bir yeri var şarkıların. Başrolde, hatta belirleyici diyebilirim. Hem müziksiz nasıl yaşanır ki?

Biz genelde ayrılıkların ardından kafasının içinde kavgaları sürdüren, yaşananları kendini suçlayarak gözden geçiren tarafın hep kadınlar olduğunu sanırdık. "Ses Veriyorum" ise erkekler tarafında pek de alışık olmadığımız bir ayrılık acısı anlatıyor. Erkekler, görmediğimiz köşelerde kadınlarla aynı sorgulamaları yapıyorlar mı sahiden?

Öğretilen “erkeklik” temel sorun zaten. Biçilen rol erkek için bile yıpratıcı olabiliyor. Hep “sağlam” kalmak, sert olmak, duygusunu içinde yaşamak vs. ile karşımıza çıkıyor. Bir yandan da hepimizin yer yer bocaladığı, içine çekildiği, şu günün, şu toplumun koşullarında çok büyük bir kaçış alanı erkeklik. Mümkün mertebe sıyrılmak gerekiyor tabii ama ne kadar becerebiliyoruz, bilmiyorum. Soruya gelince, elbette. Sorguluyoruz, vicdan muhasebesi yapıyoruz, içiyoruz, anlatıyoruz, arabesk dinliyoruz, kuruyoruz, ağlıyoruz bile…

''ÇILDIRMAMIZ GEREK AMA YADIRGAMIYORUZ''

Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı, yazarın ilk kitabı.

Peki, insan zaten bitirdiğini düşündüğü hatta aldatarak değerini tükettiği bir ilişkinin peşinden neden bu kadar acı çekiyor? Geride bıraktıklarımızı hep çok güzelmiş gibi anımsadığımızdan mı oluyor bunlar?

Neşet Ertaş’tan, Cohen’e, Jeff Buckley’den Gencebay’a kadar pek çokları yazılabilecek en güzel şeyleri yazdı, çizdi, söyledi bu konuyla ilgili. Daha fazlasına gerek var mı, bilmiyorum ama kabaca şöyle sanırım: bitiyorsa illa ki bir sebebi oluyor. Uğraşılan bir nevi iade-i itibar, yaşanana saygı duruşu.

Burak ve Avukat'ın ilişkisi biraz Ender ile Çetin'in (Bizim Büyük Çaresizliğimiz) ilişkisini anımsatıyor. Senin bu karakterleri yaratırken nelerden beslendin?

Barış Bıçakçı, Ender’le Çetin’de de, metnin genelinde de ilişkinin ve aşkın denkler arası yaşandığını anlatır. Burak’la avukat arasında ise gönüllü bir hiyerarşi var. Bir nevi maruz kalınan babalık kavramına karşı, tercih edilen baba gibi okuyabiliriz Burak’ın gözünden avukatı. Ama iki erkeğin ilişkisinden bahsediyoruz, buna “bromance” diyebiliriz. Dostluk, yoldaşlık, mihmandarlık, adı ne konursa konsun mutlaka benzer özellikleri olacaktır.

Bir de Barış Bıçakçı için 'hocam' diyorsun. Bu kitapta da Çehov tarzı, Barış Bıçakçı'yı anımsatan bir anlatım benimsiyorsun. Kendi sesini bulmak ya da birine benzetilmek gibi bir kaygın var mı?

Bir yerde söylemiştim. Barış Bıçakçı edebiyatını çok önemsemekle birlikte; şahsen Barış Bıçakçı’nın kendisini, yazdıklarından daha kıymetli buluyorum. Ve sanıldığı gibi metnime dâhil olan bir ilişkimiz yok aslında. Bilakis yazdıklarımızın hiç de benzemediğini düşünüyorum. (Böyle bir çıkarımı kendisi için hakaret telakki edip kızacağından eminim hatta.) Birine benzemek için yazılmaz elbette ama benzetilmekte de bir sorun yok benim için.

Aynı senin gibi bir hukukçu-edebiyatçı, bir avukat olarak karşılaştığı olayların zihnini edebi anlamda çok beslediğinden bahsetmişti. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?

Buna beslenmek denir mi, bilemiyorum. Sadece midemi bulandırıyor şu sıra hukukçu olarak karşılaştıklarım. Yaşanılan savaş sürecinde ve sonrasında karşımıza çıkan tablo malum. ÖHD’li bir avukat olarak faaliyetlerimizin durdurulmasına, derneğimizin kapatılışına, arkadaşlarımızın tutuklanışına, avukatların, insan hakları savunucularının, akademisyenlerin, yazarların rehin alınıp hatta infaz edilişlerine şahit olmak durumunda kalıyoruz.

Şu süreçte yer yer şımarıklık gibi gelse de edebiyat kaçış yolu bir nevi. Madem konu oradan açıldı yine Barış Bıçakçı’dan bir alıntıyla özetleyeyim: “Yadırgamıyoruz. Çıldırmamız gerek ama yadırgamıyoruz.”