Bir kadınlık masalı, erkeksiz bir dünya tasviri: Y
Cem Akaş’ın Can Yayınları’ndan çıkan romanı “Y”, erkeklerin yeryüzünden silindiği, sadece kadınların yaşadığı ve yönettiği bir dünyanın ve bu dünyaya 150 yıl sonra gelen ilk erkek çocuğun, Constantine’in öyküsü.
İnsan soyunun sürmesi için varlıklarına muhtaç olduğumuz iki türden biri, erkekler. Dünyada cinayetin, tacizin ve tecavüzün çoğunlukla birinci zanlısı. Çoğu insana göre dünya sistemlerinin acımasızlığının dayandığı temel güdü. Savaşların müsebbibi, zalimliğin adresi, hırsın adresi. Kaç on yılın söylemi, “Dünyayı sadece kadınlar yönetse bambaşka bir yer olurdu”? Cem Akaş, bu dileği ele alıp biraz fantezi, biraz da gerçeklik sosuna bulayarak yepyeni ve son derece enteresan bir dünya kuruyor. Y kromozomunun yeryüzünden tamamen silindiği, sadece kadınların yaşadığı, yönettiği, eş olduğu ve yeni kadınlar doğurup yetiştirdiği bir dünya tasarlıyor. Y, erkeksiz bir dünyanın tasviri ve bu dünyaya 150 yıl sonra gelen ilk erkek çocuğunun hikâyesi.
Kitap; Prolog, Analog ve Epilog başlıkları ile üç bölüme ayrılıyor. Prolog, orta yaşlarında bir çift olan İliada ve Arendi’nin kapılarına bırakılan bir bebekle başlıyor. Daha önce hiç çocuk sahibi olmayı düşünmeyen bu çift, bu bebekle aile müessesesine davetsiz bir adım atmış oluyorlar. Hem de kapılarına nasıl geldiğini anlayamadıkları bir erkek bebekle, Constantine ile! 150 yıl önce ortaya çıkan bir virüsle tüm erkek bebeklerin doğumunun durduğu, hayatta kalan erkeklerin de ya doğal yollarla ya da çeşitli müdahalelerle yok edildiği bu dünyada, hayatında hiç erkek görmemiş kadınlar kucaklarına düşen bu erkek bebekle nasıl mücadele edeceklerini şaşırıyorlar.
Buna rağmen ciddi bir soğukkanlılık göstererek Constantine’i bu dünya sisteminden saklamayı başarıyor ve onu ‘normal bir insan’, yani, bir kız gibi yetiştirebileceklerine karar vererek yola devam ediyorlar. Constantine’in annelerinden biri olan (ve Akaş’ın tasvirine göre evdeki annelik görevini daha anaç bir tavırla üstlenen) İliada’nın ağzından dinlediğimiz Prolog bölümü, hem soluksuz bir bilimkurgu hem de bir ebeveynin gözünden duygulu ve heyecanlı bir büyüme hikâyesi. Gel gelelim bu dünyaya ait olmadığının gayet de farkında olan Constantine’in büyüdükçe dünyaya adapte olma çabası ciddi varoluşsal sancılara evrildiğinde işin rengi değişmeye başlıyor.
DÜNYADA YALNIZ KALMIŞ BİR ÇOCUK
Zihnimizin sürekli olumlayarak sürdürmeye çalıştığı bu akış, Analog kısmına gelince Constantine’in anlatımına geçiyor. Constantine’in ilk çocukluğunun bitişine tekabül eden bu bölüm, sınırlara yaklaşmaktan korkmayan bir kovalamacaya ve dünyada yalnız kalmış bir çocuğun dramına odaklanıyor. Y bu noktada adeta yetişkinler için yazılmış bir masal kitabı hüviyetine bürünüyor. Constantine öyle aptallıklar ediyor, öyle ucuz tuzaklara düşüyor ki okur olarak biz, hikâyenin sonunda korkunç canavar onu yutacakmışçasına her satırda dişlerimizi sıkarak ‘yapma’ diyor ve Constantine’in saflığına şaşırıyoruz.
Akaş, bu fantastik dünyayı yaratırken bilmediğimiz geleceğin gizine sığınıyor ve okurun gerçekle bağını neredeyse tamamen kopartmasına rağmen okurun zihnindeki ekseni kaydırmıyor. Okurunu girdap gibi yutan bu kurgu, her şeyi oluruna bıraktırıyor, hiçbir durumun makullüğünü ya da tutarlılığını sorgulatmıyor. Okurun her şeyi kitabına uygun hale getirmeye programlanmış ve mutlu sonlardan hoşlanan zihni, sadece Constantine’in problemlerini çözüme kavuşturmak istiyor. Arendi ve İlliada ile bir sırrı paylaşarak büyüttükleri bu çocuğa içlerinden “hadi be oğlum!” diye tezahürat ediyor fakat Constantine’in neredeyse attığı her bir adımla yeni bir gol yiyor.
Analog bölümü, Prolog bölümdeki yoğun fantezi dünyasını kendine fon edinerek daha çok Constantine’in iç dünyasına yakından bakmaya çalışırken binlerce soru zihnimizde dans etmeye başlıyor. Dünya, erkeklerin hükümranlığında eşitlik ve adaletsizliğin kol gezdiği, kanın gövdeyi götürdüğü bir gezegendi, evet; ama şimdi sadece kadınlar hayatta kaldığında her şey yolunda mı? İlk bakışta her şey yolunda görünse de, Akaş karakterlerin gündelik hayat pratiklerinden söz etmeye başladığında dünyanın kusursuz bir yer olmasının mümkün olmadığı anlaşılıyor. Evet, savaşlar diniyor fakat insanlığın kendinden olmayana karşı savaşarak var olduğu gerçeği değişmiyor. Bu yeni dünyada siyasi örgütlenme adeta erkeklik olgusu üzerinden şekilleniyor. Bu şekillenmeyi kabaca, köktenciler, ılımlılar ve eşitlikçiler olarak sınıflandırabiliriz.
Bu temel olgunun tek reel öznesi olarak Constantine’in yaşamının ise böylesi bir dünyanın insafına kaldığı düşünüldüğünde, yalnızlığının hiç de boşa olmadığı anlaşılıyor. Bu yalnızlık, kapının dışında tutmayı marifet saydıklarımızı nasıl yaraladığımız ve sonunda nasıl kendisiyle beraber bizi de havaya uçurabilecek bir saatli bomba yarattığımızı farklı bir yoldan anlatıyor. Gel gelelim, yalnız kalsalar dünyada barışı tesis edebilecekleri öngörülen kadınlar bile insanlığın ilkel güdülerinden kendilerini arındıramıyorlar. Kitabı bu noktada bir dilemmaya dönüştüren soru ise kadınların erkeksiz dünya için gösterdikleri bu inançlı mücadelede kendileriyle çelişip çelişmedikleri noktasında doğuyor.
SONSUZA DEK BİRBİRİNİ TEKRAR EDEBİLECEK BİR ZİNCİR
Kadınların, varlıklarını katliamcıları gibi anımsadıkları erkekler, sadece toplumsal sistemden değil, sanattan ve tarihten de silinmeye çalışılıyor. Cem Akaş bu fütüristik dünyada yola aslında sadece erkeksiz bir toplum tasviri ile yola çıkmıyor. Geleceğin getirileri arasında oldukça ilginç ve düşündürücü öngörüleri var. Örneğin bürokrasinin ağır ve aksak işleyişinin adeta insanlığın varlığıyla ilintili bir şeymişçesine değişen yüzyıla rağmen gösterdiği istikrar. Coğrafyayla beraber değişen kültürel algı, gevşeyen ya da sıkılaşan disiplin. Tüm bunlara rağmen kadınların hükümranlığıyla kurtuluş yolunda bir viraj dönen dünya, “Uluslararası Ekonomik Küçülme ve Tüketimi Azaltma İşbirliği Bürosu” ve “Yasal maksimum kişisel servet düzeyi” gibi makul ve adil olgulara sahne oluyor.
Kitabın son bölümü ise okuru gerçekten şaşırtan sürprizlere gebe ve karşılıklı duran bir ayna etkisi yaratarak sonsuza dek birbirini tekrar edebilecek bir öykü zincirinin ilk halkası gibi. Cem Akaş’ın bu noktada biraz kendi anlatısı ve karakteriyle hesaplaşmaya çalıştığı, belki biraz da okuruna yol göstermeyi denediği söylenebilir. Bu çabaların haricinde de bu bölüm, kitap için bütünleyici bir parça.
YENİDEN YARATILMIŞ BİR DÜNYA
Akaş’ın tarihten aldığı isimlerle, yer yer mitolojiye sırtını dayayan anlatısı, kişi ve yer isimleriyle neredeyse bir define haritası çizerken tabii ki kadın ustalara selam göndermeden de edemiyor. Gertrude Stein, Ursu, sonrasında Ursula (hatta bana kalırsa son bölümde karşımıza çıkan “K.” karakteri bile Ursula’nın ismindeki aşina olunan ama karşılığı pek bilinmeyen “K.” harfi ile özdeş) ilk bakışta dikkatimizi çeken isimler. Bu isimlerin simgeleşmiş güçlü kadınlara ait olmanın yanında, Akaş’ın anlatısında da maya hüviyetinde temeller oluşturmuş isimler olduğunu tahmin etmek zor değil. Akaş adeta bu kadınların varlığından ilham alarak tüm kadınların gücüne olan inancını ortaya koyuyor. Dünyanın yükünü kadınların omuzuna yüklediğinde sorunlu görünen noktalara rağmen onları bu yükün altında ezmiyor, haklarını teslim ediyor.
Cem Akaş, üzerine sayfalarca analiz yazılabilecek, günlerce konuşulabilecek bir konuya parmak bassa da kitabının hacmini genişletmeye çalışarak öyküsünü seyreltme gafletine düşmemiş olmasıyla göz dolduruyor. Böylesi bir hikâye karşısında yazarın da kendi nefsine hakim olabilmesi mühim. Y, öylesi bıçak sırtı bir noktada duruyor ki, bir adım ilerisi tasvirine tahammül edilemeyecek bir fantezi, bir adım gerisi ise herkesin diline pelesenk olmuş bir cümle üzerine yazılmış bir masal olabilirdi. Fakat o, ikisi de değil. Y, yeniden yaratılmış bir dünyanın ta kendisi.