Herkes beni bekliyordu. Türkiyeli öğrenciler çayırda oluyorlardı daha çok, yağmur yağmıyorsa eğer. Kentin ortasında kocaman parklardan biriydi Cambridge’in. Bazen şarap da alıyorlardı kendilerine. Kola filan alan da vardı, ne yazık ki. Gençlerin kötü alışkanlıkları oluyor bazen. Onlara sandviçlerini veriyordum. Önce içine şöyle bir bakıyorlardı. İstedikleri gibi mi diye. Bedavaydı ama herkese istediği gibi sandviç yapıyordum. Sonra tezgahtaki diğer sandviçlerin arasına koyuyordum. 3’te dükkân kapanınca, yapılmış hazır sandviçler ertesi güne bırakılmıyordu. Böyle ilkesi vardı dükkânın. Hayvanat bahçesine gönderiyoruz diyordu Mark, dükkânın sahibi İngiliz. Bu yüzden istediğim kadar sandviç alıp, herkese bedava dağıtıyordum.
Herkese istediği gibi sandviç yapıp, fazlaların arasına koyduğumun ve dağıttığımın kesin farkındaydı Mark. Hiç sesini çıkarmıyordu. İlginç bir iyilik anlayışı vardı. Mesela elinden neredeyse hiçbir iş gelmeyen bir genç kadını çalıştırıyordu. Uzun uzun oturup sigara içiyordu arka bahçede, mola dışında filan da. "Dokunmayın" diyordu Mark. "Ben almasam hiçbir yerde çalıştırmazlar onu. Ölsün mü yani?"
Beni de avukatım diye işe almıştı sanırım. Yanında sandviç yapan bir avukat çalıştırmak keyif veriyor olabilirdi. Bolşevik devriminden sonra, İstanbul’da garsonluk yapan kontlar, kontesler olduğu söylenirdi. Bunun çok küçültülmüş hali bir keyif olmalı. Ben işimi iyi yapıyordum ama. Hızlıca karnını yarıyordum ekmeklerin, bıçaklar keskin ve becerikliydiler. Tuna balığı koyuyordum mesela ve salatalık, ince dilimlenmiş, müşteri nasıl isterse artık. Tavsiye ederim kendimi, iyi bir işçiyimdir ben…
Sonra bir Alman fizikçi vardı, Stephan Hawking ile çalışıyordu. Bir arkadaşımın sevgilisiydi. Ona penceresinden içeri atıyordum sandviçi. Birinci kattaydı odası. Perdeye çarpıp, içeri düşüyordu. Birkaç kere dışarı düştüğü de oldu. En az iki tane atıyordum Jurgen’e. İri yarıydı. ‘Herkesin ihtiyacına göre’ komünist ilke. ‘Limon soslu tavuklu’ seviyordu o. Bu sandviç içlerini Mark’la birlikte sabah hazırlıyorduk. Bütün diğer işçilerden 1 saat erken geliyorduk biz. Hiç yerinde duramazdı Mark. Boşken bile bir-iki adım ileri geri yürürdü. Fırına ekmekleri atardık mesela ve başka fırına domuz pastırmalarını. Fırınların düdükleri çalana kadar, limon sosunu hazırlardık filan ve bu sırada açık-saçık erkek fıkraları anlattığı olurdu Mark’ın ya da karısıyla bir gece önce yaptığı kavgadan bahsederdi. Fırınların pişti düdüğü çalınca kesilirdi muhabbetimiz ama evlilik devam ederdi, dışarlarda bir yerlerde.
-Genellikle böyle oluyor galiba…-
Sonra kaldığımız apartmana gelirdim. İspanyol komşularımızun sandviçlerini kapıya bağlardım. Vejetaryendi Angel. Humuslu yapıyordum daha çok ve güneşte kurutulmuş domatesli.
Ve sonra herkesin odasının kapısında onları bekliyordu yemekleri…
Kahramanca değil mi sizce, savaşta insanları öldürmekten çok fazla?