Dün gece sen uyurken yüreğim bir yıldız gibi bağlanamadı sana sevgili okuyucu. Niye bağlansın ki zati? Hepimizi deli ettiler sonunda. Ben de dün gece sen uyurken, önüme, Haziran 2018 ve Kasım 2015 seçimlerini il il, parti parti, bölge bölge ve seçmen seçmen koymuş, şu “MHP’nin yükselişi” muammasının cevabını arıyordum. Sabaha kadar da aradım. Kapıların tamamı içeriden kilitliydi, giren çıkan yoktu, çitler, parmaklıklar, vitraylar hep yerli yerindeydi. Öyleyse nereden girmişlerdi de, bir tek miting yapmak için bile popocuğunu yerinden kaldırmamış o MHP’yi, el birliğiyle yükseltmişlerdi arkaaş? Karşılaştırmalı seçmen davranışı tabloları karşısında, gözlerini manasızca kırpıştıran bir Hülya Koçyiğit gibiydim. Anlayamıyordum.
Pargalı İbrahim Paşa bile böyle MHP gibi ışık hızıyla yükselmemişti sarayda. Allahım sonlarını benzetmesindi vallahi.... Zira bu entrikalar hep Muhteşem Yüzyıl’ın platosundan çıkmıştı. Sezonlar boyu izleyip durduğumuz o kışlık saraylar, o yazlık saraylar, o çeşnicibaşıları ve o pancar turşuları nereye gitti sanıyorsunuz? Emine’anım elma kabuklarından sirke yapıyor, haberiniz var mı? Haberin var mı demir kapı, kör pencere, haberin var mı Figen cananımızın içli köfteleri... Haberin var mı altın ketıl?
Bu saraylıların hepiciğinin Muhteşem Yüzyıl’ın platosundan çıkması konusunu, yine ahiretten önce bir gün yazacağıma söz verdiğim konulara ekliyorum huzurlarınızda. Neyse işte sabah olunca da baktım ki, benden başka bir yazı zor çıkar bugün, o araştırmacı kamyoncu çabalarımdan süzülen fikirlerimi şuracığa döktüreyim dedim.
Evet efenim böyleyken böyle oldu. Doğru düzgün bir miting platformu bile kurulmayan bir bahçeye toplaşanlar sayesinde, “yeni” bir devlet, “yeni” bir rejim yerden göğeriverdi. Kemal Can’ı okursak taşlar biraz yerine oturuyor. Seçmenin ne zaman ne yapacağının belli olmadığını ve bu gibi örneklerin daha önce de yaşandığını, siyasi iktidarın büyük ortağına kızanların muhalefete değil olsa olsa küçük ortağa yöneldiğini biraz anlar gibi oluyorsunuz. Ama sadece biraz.
Zira Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu illerde MHP’ye gösterilen teveccühe sıra gelince, nedense başka zamanlarda “komplocu” telakki edeceğim başka bazı yazılar birdenbire kafamı karıştırmaya başlıyor. Hele bir yazı var ki, seçimlerde bu illerden gidip gidip MHP’ye oy verenlerin Cumhurbaşkanlığı için ise hiç oy kullanmadığının anlaşıldığını söylüyor. Yani zarfa iki pusula koyuyorlar ama birini damgasız bırakıyorlar. Bir bıyık bile çızıktırmıyorlar! Bakın bu davranış Türkiye seçmen davranışı literatürünün kolayına açıklayacağı bir davranış değil, size söyleyeyim bunu.
Ayrıca diyelim ki seçmen AKP’ye ve Erdoğan’a kızgın, peki böyle bir kızgınlığın, şu bitemeyesice müstesna konjonktürlerimizin en istisnaisinde yöneleceği yer niye MHP olsun ki? Ha Ali Veli, ha Veli Ali, değil mi ama? Sabaha kadar bu meselelerle uğraştım, kapalı oda muammasını çözdüğünü sandığım her kanıtı da bizzat kendi elceğizlerimle çürüttüm. Sonra el elde baş başta kaldım, bir cevabım yok yani. O yüzden bu komikli girizgahı burada yetim bırakarak, başka bir konuya geçeceğim. Muharrem İnce’nin basın toplantısına.
Sizler ne düşündünüz bilmiyorum ama o toplantıda şıkır şıkır şık bir davranış vardı. Öyle böyle değil. Prima bir davranış, süper Donna... Yani bu tür bir davranışı akıllı uslu, zinhar delirmeyen, her daim bir yol bulan, en kaba halinde bile riyakârane bir şeklen nezaketi elden bırakmayan erkek siyasetçilerden bekleyemezsiniz. Bunu yapsa yapsa yettiniz la, kepazenin önde gidenleri cümlesini içinde zor bastırdığını gizleyemeyen, ikircimsiz ve net, sahici bir öfke yapar. Siyaset literatürüne de oya gibi işler. Üstelik bu bir “one minute” öfkesi de değildir. Hesapsız, kitapsız bir öfkedir. Maarem Başgan bu tarz bir öfkenin hakkını ilk dakikada verdi. Kendisine bilahare buralardan bir iletişim danışmanlığı yapmayı sürdüreceğim, çünkü hemen her konuşmasında da ona yönelebilecek umuda çelme takan bir şeyler, devrilmiş bir çam, dil altından çıkarılmış bir bakla var. Yapmasın öyle. Reyya Advan’ın dünkü güzel yazısını da okusun, eğer amacı tam da bu değilse bedeniyle o kadar açık vermesin. Şimdilik bu kadarını söyleyeyim ve gelelim toplantıdaki şu şık şıkır harekete.
Bana kalırsa bu seçimin tarihe not düşülecek en önemli anlarından biri, 25 Haziran 2018 tarihinde, saat tam 12.00’de, epeyce gecikmeli olarak kameraların karşısına geçen Muharrem İnce’nin, TRT elemanını basın toplantısı yaptığı salondan çıkarmasıydı. Sanırım TRT’nin elli yılı aşkın tarihinde bu bir ilkti. Kamu yayıncılığı yapmakla yükümlü devlet televizyonu TRT, ana muhalefet partisinin Cumhurbaşkanı adayı tarafından hiç de yumuşak olmayan sözlerle, basın toplantısı yapılan yerin dışına davet edildi. Hatta “resmen kovuldu” demek daha doğru olur. Muharrem İnce açık ve net bir biçimde, TRT temsilcisinin salonda olup olmadığını sorduktan sonra “lütfen dışarıya çıkın nın nın nınn!” dedi. Zihinlerde Böyle Cüneyt Arkınvari ekolar yaratan bir ses tonuyla yaptı bunu.
Yerden göğe kadar da haklıydı. Üstelik elinde kamerasıyla dışarıya çıkmakta olan TRT elemanına emekçi bir şahıs olarak onu değil, kurum olarak TRT’yi kovduğunu da söylemeyi ihmal etmedi. Çıkışta sizinle kahve içebiliriz dedi ki bu da çok yerinde bir açıklamaydı. Bu olayın tarihsel bir olay olduğunu düşünüyor olmamın birçok nedeni var. Kuruluşundan bu yana hemen her zaman belirli ölçülerde hükümet yanlısı olmakla, yayıncılığını siyasi iktidarların öncelikleri etrafında şekillendirmekle eleştirilmiş olan TRT, yine de bilebildiğim kadarıyla tarihinin hiçbir anında, herhangi bir resmi toplantıdan kovulmamıştı. Hiçbir zaman bu denli itibarsızlaşmamıştı da diyebiliriz. Zira hiçbir dönem bu derece parti televizyonuna dönüşmemişti...
TRT tarihinin hiçbir anında, politik yansızlığın ya da makul ölçülerdeki bir tarafsızlığın, ince elenip sık dokunulmuş başarılı bir haberciliğin filan evi değildi belki, fakat bu derece bir müptezelleşmenin de mecrası hiç olmamıştı. Şimdi bana “Ama Ertürk Yöndem’in TRT’sini mi övüyorsun” filan demeyin. Zira ben Olacak O Kadar’ların TRT’sini hatırlatıyorum sadece. Yani kötünün kötüsü dönemler her zaman vardır. Kötüklükler karşılaştırılabilir, kıyaslanabilir. Başka türlü içinde yaşadığımız kötülüğün kaç derecede kaynatılıp önümüze sürüldüğünü kavrayamayız.
Muharrem İnce, milyonların hıncahınç doldurduğu miting alanlarından konuşurken, TRT ekranları onu kısacık haber metinlerinin ardından sessizce akan özet görüntüler hariç, neredeyse hiç görmedi. Göremezdi de nitekim. Milyonu aşkın yurttaşın katıldığı İstanbul mitinginden, Erdoğan “500 kişi ya var ya yok” diye söz ederken, TRT’nin o mitingi görmesi mümkün değildi tabii. Bu herhalde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı doğruyu söylememekle itham etmekten beter bir durum olurdu ki, böyle bir zamanda TRT televizyonu bunu yapacak değildi.
Görebildiğim kadarıyla bu kovulma ve bu itibarsızlaşma üzerine bir tek cümle de kuramadı TRT’li yetkililer. Bir yerlerde vik vik bir şeyler dediyseler de ben duymadım.
Görüyorsun işte sevgili okuyucu, seçmen davranışı ve bir kapalı oda muamması olarak MHP’nin yükselişinden girdik, TRT’nin salondan tarihsel kovuluşundan çıktık. Medyanın ülkecek izlediğimiz bu kapalı oda muammasında prime suspect olduğunu inkar edecek değiliz elbette. Bu da böyle anlaşılsın.