Genellikle sabah ve akşamları dolanıyor evin etrafında. Zaman zaman kapı paspasında sabahlıyor. Ara ara bir iki gün ortalıktan kayboluyor, sonrasında epey yorgun ve biraz da yaşadığına lanet okur edayla sürüklüyor sanki bedenini. Sarsak bedenine rağmen uzanmaya direnerek öylece bakıyor. Sadece bakıyor bir süre, biz ‘değişiklere’ sorumluluk yükleyen bir bakışı var gibi. Anlık gibi görünse de öyle olmayan bir sorumluluk sanki, var olma üzerine düşünme sorumluluğu diyesim geliyor.
İki üç yaşında ya var ya yok erkek bir tekir bu, ama çok erkenden ihtiyarlamış sanki. Çevredeki tüm kedilerden öylesine farklı ki. Her bir kedinin karakteri ayrıdır denir ya, ama bu öyle böyle değil, insanı şaşkınlığa düşürecek cinsten bir farklılık onunki gerçekten. Bir sürgünü anımsatan sıra dışı bir yalnızlık, bir öksüzlük var halinde. Kıskançlıkla korumaya çalışıyor sanki bu halini. Gürültü patırtı yaparsa dikkati çekecek ya ‘içeriye’ davet edilecek ya da tümden defedilecek. Mama verilirken mesafe ihlâline uyarı niteliğindeki hıhlamasının dışında ne miyavlıyor ne de ani bir hareket yapıyor. Hiç ilişmiyor diğer kedilere, sadece bir süre bakıyor onlara da tıpkı size baktığı gibi ve sonrasında öylece uzaklaşıyor. Diğerleri de en fazlasından gardlarını alarak neme lâzım dercesine onunla dalaşmıyor ve hızlıca uzuyorlar. Birazcık var olmayı, askıda bir hayatı imliyor gibi.
Her defasında verilen mamanın epey bir azını, hep diken üstünde yiyor, hepsini yerse başına bela bir alışkanlık kesbetmiş olmanın farkındalığıyla sanki. Bir iki adımcık mesafeden daha uzağa asla gitmeden eve ufaktan süzülüveriyor ara ara, bir anlık da olsa evin ‘ayrıcalıklı’ kedilerinin atmosferini solumak ister gibi bir hal içinde. Kabındaki mamaya rağmen, ortalıktaysa eğer onların mamasına yönelip bir parça tadına bakıyor, ne de olsa kendinden esirgenmiş o atmosferden süzülen bir tat var o mamada. Fakat ‘içeridekilerin’ mamasının tadına bakması, içeride olmaklığa ısrarın bir nişanesi değil de, ait olmanın dehşetengiz tadını unutmamaklığa dair tekrarlanan bir temrin misali sanki. Barınağın, ait olmanın yaratacağı her konforun, şöyle ya da böyle bir bedeli olacaktır çünkü.
Tekirin bu halleri Adorno’nun şu sözlerini aklıma düşürüyor nedense: “Sözcüğün alışılmış anlamıyla barınak, artık imkânsızdır. İçinde büyüdüğümüz geleneksel evler çekilmezleşmiştir: orada yaşanan her konforun bedeli bilgiye ihanettir bugün, en küçük sığınma duygusuna bile aile çıkarlarının küflü kokusu karışmaktadır”. Alın buyurun, iki kızını alıkoyduğu için Nihat Doğan hakkında, önce şikâyet dilekçesi veren babanın hemen bir iki gün içinde şikâyetten vazgeçmesini ve bu yetmezmiş gibi annenin de şikâyetten vazgeçme dilekçesi verme telaşını hatırlayın. Ya da daha iyisi Tuba Torun’un 11 Eylül’deki “Cinsel istismarın üzerini örten aileler” adlı yazısını okuyun.
İhtiyari ya da gayriihtiyari bir barınağa sahip olma, ait olma ısrarının kazandırdıkları ve kaybettirdikleri neler? Bu minval üzere kişinin kendini alçaltan ilişkileri sürdürmesinin derinlerinde bir yerlerde doyurulmamış bir kefaret arzusu yuvalanmış olabilir mi? Ve bu sorulara verilebilecek şu satırlardaki yanıta eyvallah demeye ne kadar hazırız?:
“Ev, geçmişte kalmıştır… Bütün bunların karşısında, bağlanmamış, askıda bırakan bir tavır hâlâ en doğru davranış biçimi olarak görünmektedir: Toplumsal düzenle kendi ihtiyaçlarımız elverdiği sürece özel yaşamımızı sürdürmek, ama onun hâlâ toplumsal bir dayanağı ve bireysel bir anlamı olduğu yanılsamasına kapılmamak. ‘Ev sahibi olmamam, iyi talihimin bir parçası bile sayılabilir,’ diyordu Nietzsche Şen Bilim’de. Bugün eklememiz gerekir: Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi ‘evimizde’ hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır”.
'ZAMANI KİM OKŞAYABİLİR Kİ?'
Bir kedi bakışında başka duygu ve düşüncelere de kapı aralanıyor, delice de görünse yüzünün haritasındaki çizgiler, mekân kadar zamanın, zaman dışılığın ağırlığını aklıma getiriyor. Sevecen bakışı tıpkı kendisine yasak etmiş insanlardaki gibi hiddetle harmanlanmış bir hüzün var tekirin yüzünde. Hem ürküten hem merhamet hissi yaratan, hiçbir şeyin güvenli olmadığını anımsatıveren. Kalpsiz bir dünyanın yarattığı trajedileri imliyor sanki.
Yüzünün haritasında biraz Ağır Roman’ın Arap Sado’sunun, biraz Siyam Balığı’nın Motosikletli Delikanlı’sının çizgileri habire birbirine karışıyor, yaşanan onca badireye rağmen peşine düştükleri değerlerinin zamana yenik düştüğü trajik kahramanlarını akla getiriyor.
Yüzünün kıvrımlarında olduğu kadar geliş gidişlerine sıkışıp kalmış bir görünüp bir kayboluveren bir imge dolanıyor bir de. Ha deyince kolayına yakalanamayan. Ya da yaşattığı ürküntü nedeniyle görmemek için ısrar edilen. Zamanın nobran elinin en çok değdiği insanların imgesi bu, mültecilerin. Sadece başka yerlerden gelmişlerin değil, kendi ülkelerinde, hatta kendi evlerinde mülteci hayatlar yaşayanları da kapsıyor.
Bir sürgünlük pathosunu düşündürtüyor o imge ister istemez: Yanlış yerde, yanlış zamanda bulunma hissiyatının yarattığı boğuntu, basılan yerle ve onun vereceği güvenle hiçbir koşulda bağ kuramama hali ya da bu yöndeki her küçük ölçekli girişimin bile çoğun başarısızlığa uğramasının getirdiği geri çekilme, her tanımlama girişiminin boşa çıkmasının yarattığı kaygı, hep bir haysiyet kavgası içinde olma, elde olan çok az şeyi kıskançlıkla koruma gayreti. Zamanın gerçeğinin musallat ettiği bir hal, zamanımızın kıyıcılığının ötekindeki benzerliği duyumsamayı elimizden alması özetle. Ama yine de lanet olası iflah olmaz bir iyimserlikle şu da bakışıma takılıyor ya da tekirle bakışmamızdan süzülüveriyor: Belki diyorum tıpkı Motosikletli Delikanlı’nın dediği gibi “bazıları dünyayı farklı görür bu da onların deli olduğunu göstermez” ve “birilerinin bu balıkları nehre bırakması gerek”tiğini hatırlayıveririz.