İki miting, iki farklı siyasal meydana geliş öyleyse. 30 Nisan ile 1 Mayıs arasındaki fark, 14 Mayıs’tan sonra özgürlük eksenli bir yeniden inşa için nasıl siyaset üretilmesi gerektiğine dair ipuçlarını sunuyor.
Seçim sürecinin son haftalarına girilmesiyle beraber meydanlar siyasetin odağını oluşturmaya başladı. Daha önceki seçimlerde niceliksel bir arayışla bakılırdı seçim mitinglerine ev sahipliği yapan meydanlara. Meydanlarda kaç kişinin toplandığı, metrekare ve yoğunluk hesaplarıyla kestirilmeye çalışılır, emniyetin verdiği rakamların taraflılığı eleştirilir ve kalabalıkların büyüklüğü seçim sonuçlarına dair ipuçları olarak okunurdu. Bu seçim sürecinde ise sanki herkes meydanlarda başka bir şeyin izini sürüyor; kalabalıkların büyüklüğünden çok havadaki bir şeylerin, meydanlarda dolaşan, ama elle tutulup gözle görünmeyen bir şeylerin izini. Belki bir ruh halinin; umutlu, güvenli bir ruh halinin. İyimserliğin belki. Ya da bunların eksikliğinin, yokluğunun.
Seçim meydanlarını karşılaştırmak, rakip aktörlerin kendi kitlelerine kazanma duygusunu ne kadar inandırıcı biçimde aşıladığını görmek ve kıyaslamak sık yapılan bir “analiz”. Ancak burada ihmal edilen bir nokta var; böyle bakıldığında meydanın öznesi kitlenin kendisi değil, sahneye çıkan aktör oluyor. Oysa, bir karşılaştırma yapılacaksa, meydana başka türde gelişleri; ya da başka türlü meydana gelişleri kıyaslamak gerek.
Bu kelime oyununu biraz daha kurcalamadan devam etmemek gerek; meydana gelmek, zira, olmayı/ oluşmayı, vücut bulmayı anlatıyor. Türkçede meydan kelimesinden türeyen deyimler (kelimenin kendisi Arapça kökenli) genelde açık alanda yer tutmak ve görünür olmak anlamından türüyor (modern dünyada kamusal alan diye tanımladığımız şeyle uyumlu biçimde): Meydan ver(me)mek, meydana çık(ar)mak, hatta meydan okumak (açık alanda mücadeleye çağırmak). Ama “meydana gelmek” diğer deyimlerden biraz daha ayrıksı duruyor, mecazi bir kullanım var gibi görünüyor. Burada vücuda gelmeyi bir oluşum süreci olarak düşünmek, siyaset meydanı düşünüldüğünde bir özneleşme süreci olarak yorumlanabilir hale geliyor. Yani söz konusu olan sadece aşikâr olma, açığa çıkma, zuhur etme değil, olmayan bir şeyin varolmaya başlaması, bir oluşum hali.
Şimdi meydanları karşılaştırma meselesine geri dönebiliriz. Geçtiğimiz hafta sonu hem CHP hem AKP İzmir’de miting yaptı, Pazar günü ise AKP’nin Ankara mitingi vardı. Burada Ankara ile İzmir mitinglerini veya iki İzmir mitingini karşılaştırmak ilk akla gelen seçeneklerse de, ben birbirine çok yakın noktalarda bir gün arayla gerçekleşen iki mitingi karşılaştırmayı tercih edeceğim: AKP’nin millet bahçesine dönüştürdüğü Hipodrom alanındaki mitingi ile ertesi gün AKM boyunca yapılan yürüyüşle Tandoğan Meydanına akan 1 Mayıs’ı.
İşin ironik tarafı şu ki, bu alanların ikisi de meydan değil aslında. Bir tanesi Cumhuriyet Ankara’sının tarihi kamusal mekânlarından olsa da hiçbir zaman kelimenin tam anlamıyla meydan olmadı, ikincisi ise hep bir trafik kavşağı idi (yaşları yetenler 90’lı yıllarda 1 Mayıs mitinglerinin, ismen Tandoğan Meydanı denilse de, kavşağın biraz ilerisinde, demiryolu kenarındaki -bugün park olarak düzenlenmiş- boş alanda yapıldığını da hatırlayacaktır).
Bu alanlardan ilki ile başlayalım. Teknik olarak söyleyecek olursak Atatürk Kültür Merkezi Alanının Birinci Bölgesi olan Hipodrom alanı, AKP döneminde sadece millet bahçesine dönüştürülmekle kalmadı. Hemen yanı başında, eski EGO Hangarlarının yerine inşa edilen Merkez Ankara projesinin yeşil alanı olarak paketlendi ve piyasaya sürüldü. Yok edilen tarihi açık alan, hem piyasanın hem siyasal İslamın etkisi altında yeniden üretildi. İkincisi ise, yukarıda da belirttiğim gibi, aslında üç boyutlu biçimlenişi ile de yaya kullanımı açısından da hiçbir zaman meydan niteliğine sahip olmamış genişçe bir trafik kavşağı. Bu alanın da belleğinden bahsedecek olursak, ulusalcı Cumhuriyet Mitinglerinin mekânı olduğunu ve 2015’te isminin resmi olarak “Anadolu Meydanı” haline geldiğini söyleyebiliriz.
Benim bu iki mekânı ve geçtiğimiz günlerde ev sahipliği yaptıkları politik etkinlikleri karşılaştırmak istememin sebebi ise, mekânların biçimlenişi ve bedenlerin bu mekânlardaki davranışları açısından çarpıcı biçimde farklı oluşları ve neredeyse bir tezat sergilemeleri. Tüm devlet imkânları seferber edilen ve organizasyon harcamalarında eli açık davranılan (gösterişte tasarruf olmaz) AKP mitinginin haber programlarında da bolca kullanılan drone görüntüleri, mekânın miting alanına (ve mitingin bir gövde gösterisine) nasıl dönüştürüldüğünü gösteriyor.
Orijinal tasarımında Hipodrom alanı, güneybatı kenarına yerleşmiş bulunan tribüne yakın yerleştirilen tören aksı tarafından eşit olmayan iki parçaya bölünür(dü). Zira, alanın daha geniş kalan kuzeydoğu kısmı yarış alanı olarak tasarlanmıştı. Bugün, tören aksı inceltilmiş biçimde aşağı yukarı korunmakta, fakat ilginç biçimde alanın içinden bakıldığında bu giriş aksı AKP döneminde gelişen eklektik mimariyle yeniden inşa edilmiş bulunan Emniyet binasına yöneliyor. 30 Nisan’da gerçekleşen AKP mitingi de işte bu aks üzerinde gerçekleşti; kesik piramit formundaki AKM binasına (bu yapının da bir 12 Eylül binası olduğunu belirtmeden geçmeyelim) sırtını ve Emniyet binasına da yüzünü dönen sahne, çizgisel alanı dolduran kalabalığı karşılamaktaydı. Bu alanı miting için kullanmanın yarattığı problem, katılımcıların kendilerini büyük bir boşluğun içinde kaybolmuş hissetmeleri olacaktır. Buna karşılık olarak alınan önlem ise, sert zeminli yaya aksı boyunca iki yana yerleştirilmiş devasa posterlerle yaratılan üç boyutluluk olmuş. Buna karşılık miting düzeninin çizgiselliği, kitleyi, sıra düzen içinde sahneye -lidere- yönelmiş kıtalar haline getiriyor.
Bunun karşısında, 1 Mayıs mitingi hem alanı, hem de alanı işgal eden bedenlerin mekânsal pratikleri açısından bambaşka bir örüntü sunar. Alan, yukarıda da değindiğim gibi, amorf bir kavşaktır aslında; ne şekle girer, ne düzene gelir. Bu boşluğun sınırlarını belirleyense, üç boyutlu binalar değil, sadece polis barikatlarıdır. Dahası, 1 Mayıs, meydandan önce başlar, meydana “gelir”. Katılanlar bilir; güvenlik güçleri hiç hazzetmese de, 1 Mayıs’lar yürüyüşle başlar; gelişe ve “meydana gelişe” dinamizm katar bu. Yürümek, daha başında, katılanları aktif öznelere çevirir, hem bireyler hem de bir çokluk olarak.
Hipodrom alanının güneydoğu kenarını oluşturan Kazım Karabekir Caddesi boyunca (tarihsel olarak düşünecek olursak AKM alanı bütünü içinde Hipodrom ile Stadyum arasından geçen hat boyunca) gerçekleşen yürüyüş rengarenk pankartları ve göze çarpan belirginlikte genç nüfusuyla canlıydı, heyecanlıydı. Herkesin kendi sloganlarını attığı, bazen de ortak hislere tercüman olan sloganlarda ortaklaştığı, sesleriyle, ritimleriyle çokluk halinde bir meydana geliş. Ve bu çokluk, meydana ulaştığında da bedenleri düzene sokmaya değil dinamik kılmaya yönelir. Alana sığmak için sıkışılsa da, pankart açmak için, halay çekmek için boşluklar yaratılır; 1 Mayıs’ın kitlesi bir kütle değil, gözenekli bir çokluktur.
İki miting, iki farklı siyasal meydana geliş öyleyse. 30 Nisan ile 1 Mayıs arasındaki fark, 14 Mayıs’tan sonra özgürlük eksenli bir yeniden inşa için nasıl siyaset üretilmesi gerektiğine dair ipuçlarını sunuyor.