Yaşadığınız şehirde belli uğrak yerleriniz vardır. O şehri kendinize ait kılmanızı sağlarlar. Sınıfsal konumunuza, kültürel donanımınıza, inancınıza, cinsiyetinize ve başka birçok şeye bağlı olarak seçersiniz veya yönelmek zorunda kalırsınız buralara. Sık sık yolunuzu oraya düşürür, misafirlerinizi oralarda dolaştırır, sevdiğiniz insanlar da oraları benimsesinler diye uğraşırsınız. Bu bir park, ibadet yeri, lokanta, ağaçlı bir yol, eskiden kalma evleriyle bir sokak, bir kafe veya kitapçı olabilir. O şehirden taşındığınızda belleğinize o yerlerle yerleşir eski yaşam alanınız. Yıllar sonra dönerseniz o şehre, önce uğrak yerlerinizi ararsınız.
Ankara’nın mütemmim cüzlerinden sayılabilecek ve Türkiye’de satılan kitapların büyük kısmının satın alındığı bir mekân olan Dost Kitabevi de bunlardan biridir. Aradığınız her tür kitabı bulabileceğiniz, önünde buluşup, buluşma saatini beklerken içinde aheste dolaşabileceğiniz, adres tarif ederken kerteriz noktası olarak kullanabileceğiniz, hatta son zamanlarda içeriye yerleştirilen koltuklarda uzunca oturup kitapları karıştırabileceğiniz bir mekan.
Ankaralıların büyük kısmı tarafından öyle benimsenmişti ki burası, bundan birkaç yıl önce hemen önündeki bahçe duvarını gelen-geçenin kullanımına kapatınca kıyamet kopmuştu. Protesto kampanyaları başlatılmış ve nihayetinde bu karardan dönülmek zorunda kalınmıştı. Malum, yaz-kış kalabalık ve hareketli olan “Dost’un önü” bir lokasyondan, bir buluşma noktasından fazlasıydı. Tabii Dost da bir kitapçıdan fazlası… Henüz Ankara’da şimdiki kadar kitapçı, sanat galerisi, konferans salonu yokken Konur Sokak’ta daha mütevazı bir mekandayken Dost bu işlevlerin hepsini üstlenir, imza günleri, söyleşiler, konferanslar, sergiler, kermesler organize ederdi. Dahası muhalif bir politik tavrı vardı ve bu etkinlikler bu tavır doğrultusunda yapılırdı. Bugün bu etkinliklerin hiçbirini yapmıyor olsa da Dost’un başkentin kültürel ve politik coğrafyasında hâlâ nadide bir yeri var. Nitekim artık önüne onlarca insanın soluklanmak, buluşmak, flörtleşmek ve kitap-gazete okumak için kullanabileceği bir oturma alanı inşa edilmiş durumda.
***
Bundan onlarca yıl önce Ankara’nın en bilinen caddelerinden Tunalıhilmi’de sanat camiası ve yayıncılık dünyasında “kaptan” namıyla maruf Attila İlhan’ın idaresinde seyreden bir amiral gemisi vardı: Bilgi Yayınevi. Bu mekan da yazarlar, editörler, gazeteciler başta olmak üzere, dosyasını kolunun altına sıkıştırmış mahcup ve hevesli yazar adaylarının; İlhan’ın kendisiyle veya oranın müdavimi olan yazarlarla karşılaşma, belki bir kitap imzalatma beklentisiyle çekingence başlarını uzatan okurların uğrak yeriydi. İstanbullu yazar-çizer tayfası, iklimi kadar kurak buldukları kültür ve sanat hayatı sebebiyle, Ankara’ya geldiklerinde ancak kaptan köşküne yollarını düşürür, orada her seferinde bir meslektaşlarına rastlayacaklarını bilirlerdi. Bir yayınevi ofisinden çok daha fazlası olan bu mekanda geleceğin parlak yazarları, o günün yıldızlarıyla karşılaşır, halleşir, kimi zaman hasım kimi zaman hempa olurlardı. Dergi, gazete çıkarma, belli edebi türlerde yayın yapacak yayınevi açma hayalleri kurulur, yeni projeler üretilir, geçmişin kuyusundan hazineler çekilip çıkarılır, rakip yayınevinin iyi satan yazarının aklı çelinir, tercüme edilecek metinler keşfedilir, piyasada hızla yükselen bir yazar yerin dibine batırılır, güncel dedikoduların üzerinden hızla ve hazla geçilirdi. Vakt-i kerahat geldi mi de ya masanın altından çıkarılan bir şişe açılarak muhabbete kıvam verilir ya da birlikte çıkılıp bir meyhaneye gidilirdi. Bu meyhane de genellikle Laz İsmail’in işlettiği Tavukçu olurdu. Bugün hayatta olan yazarların belleklerinde ve hayatta olmayanların kaleme aldıkları anılarda bu Ankara konukluklarına dair hikayelere rastlamamak imkansız.
Şimdiki Ankara kitapçılarının, yayınevlerinin çoğunun, mesela yukarıda bahsettiğim Dost’un, Erdost kardeşlerin Sol ve Onur Yayınevlerinin, Remzi İnanç’ın Toplum Kitabevi’nin ilk ev sahibi Zafer Çarşısı’nın alt katıydı. Tıpkı Bilgi Yayınevi’nin ofisi gibi, bu nohut oda bakla sofa dükkanların kapılarından da nice ünlü-ünsüz yazarlar-şairler, gazeteciler, politikacılar, bibliyofiller, koleksiyonerler, fanatik okurlar girip çıkmıştı. Basık tavanlı daracık mekanlarda sohbetler esnasında ne hükümetler kurulup yıkılmış, ne şiirler yazılmış, kimi tutulmuş, çoğu tutulmamış ne tercüme sözleri verilmiş, ne aşklar, ne kavgalar yaşanmıştı. Hasılı, memleketin kültür-sanat, yayıncılık, hatta siyasi gündemi biraz da bu mekanlarda belirlenmişti. Kitapçılar, yayınevleri ve gazete büroları hayatın akışına karışmak, gündeme dair malumat edinip söz sarf etmek, sosyalleşmek, marifetlerini sergilemek için en uygun mekanlardı. Özellikle Ankara gibi kentsel çevrenin cezbedici başka imkanlar sunmadığı bir şehirde…
Baş döndürücü bir hızla sayıları artan, yayın politikaları, yayıncılık anlayışları birbirinden farklı yayınevlerinin büroları hâlâ birer buluşma, hayal kurma ve bunları hayata geçirme mekanı. Öyle ki, kimi zaman yazarlardan çok okurların yolu düşüyor buralara. Bunların kimi yazar adayı, kimi bir yazarın hayranı, kimisi de sadece benzerlerini arayan ve o havayı teneffüs etmek isteyen bir okur-yazar. Kitapçılara gelince, onların büyük bölümü biraz da ticari kaygılarla kitap-kafe olma yoluna gittiler. Kitap raflarının ayakucuna yerleşip ilginizi çeken kitapları incelemek, hatta birkaç saat içinde okuyup bitirmek, ders çalışmak mümkün buralarda. Kitap raflarının arasına yerleştirilen rahat koltuklara kurularak da okuyabiliyorsunuz kitapları. Bu zaman diliminde, oraya benzer kaygılarla gelmiş diğer okurlarla sosyalleşip sanata ve özellikle edebiyata dair sohbet etmek fırsatı da doğuyor.
Bahsettiğim manzaralara küçük şehirlerde de rast gelebilirsiniz. Oralarda da yerel gazetelerin ofisleri, sahaflar, kitapçılar buluşma mekanları. Bir nevi kurtarılmış bölgeler. Üstelik büyük şehirlerdekinden farklı olarak okur-yazar kesim için alternatif daha az oralarda. Ne zaman küçük bir şehre gitsem, oradaki bir kitapçı yahut sahafa uğramadan edemem. Kitap satın almak için değil, o şehrin çoğu kapana kısılmış gibi yaşayan okur-yazar, meraklı, açık zihinli zümresiyle; mecburiyet caddesinde aşağı-yukarı yürümekten bezmiş öğrencilerle; tayinle gelmiş ve geçicilik mentalitesiyle gün dolduran kimi memurlarla rastlaşırsınız bu mekanlarda. Bazen bir imza gününden kalan afiş ve fotoğraflarda o küçük şehrin dar sokağına dünyanın kapılarının bir süreliğine açıldığını düşündüren bir coşkunun izini bulursunuz.
Birçok bakımdan azınlık olarak yaşadığımız bir kültürde benzerlerimizle karşılaşma, hatta tanışma ihtimali vaat eden mekanlar değerlidir. Oralara sadece işimiz düştüğünde gitmeyiz. Bir yayınevi ofisi bir tür lokaldir, politik, kültürel tartışmaların döndüğü bir tür mikro kamusal alandır. Bir kitabevi bir ticarethane olmasının yanında bir tür sosyalleşme mekanıdır da. Bir nesne olarak da size keyif veren kitaplara dokunmak, koklamak, üç-beş satır okumak için gidersiniz. Ama aynı zamanda, hafif çatılmış kaşlar, merakla açılmış gözler, mütebessim çehrelerle ellerindeki kitaplara eğilmiş başları tarayarak hangi kitapları ne çeşit insanların tercih ettiğini gözlemler, yeni türler, yeni yazarlar keşfedersiniz. Biraz sosyal bir insansanız önünde dakikalarca oyalandığınız bir rafta omuz başınızdaki diğer tutkulu okurla tanışır, fikir alış-verişi yapar, hatta ayaküstü flört etme imkanı bulursunuz. Siyasi gündeme dair hararetli bir tartışmaya kulak misafiri olursunuz. Bazen başınızı çevirdiğinizde okuru olduğunuz bir yazarla göz göze gelir, kırk yıllık dostunuza rastlamış gibi sevinç duyarsınız. Hem de sanal alış-veriş ve zincir mağazalar çağında ayakta kalmaya çalışan kitapçıları/sahafları desteklemiş olursunuz. Diyeceğim o ki, bilgisayarın başından kalkıp yolunuzu her birinin kendine has bir atmosferi ve hayatiyeti olan bir kitapçıya düşürmeye değer.