'Bir kız annesi olarak…'

Işın Karaca’yı aşan, yaygın bir bakışın temsili olarak hayli verimli bir tartışma açtığını düşündüğüm "bir kız annesi olarak..." çıkışının ifade ettikleri, açığa çıkardıkları, yer yer de gizledikleri üzerine dört kadınla söyleştik. Her biri kendi alanlarında hayli üretken, çalışkan kadınlar olmalarının yanı sıra, “kız annesi.”

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

Bir sahne kostümünün, yargılayıcı bakışlar altında günlerdir lime lime edilmesi üzerine Gülşen’in yaptığı açıklama, bir manifesto gibiydi. “Hiçbir sıfatın kölesi değilim. Ben kendimim. Kendime aitim,” diyordu. Bu oldukça nokta koyucu sözler üzerine Işın Karaca yine de bir açıklama yaptı ve “bir kız annesi olarak” Gülşen’in giyim tarzını münasip bulmadığını belirtti. Şimdi de bu “kız annesi olmak” nedir, nasıl bir mertebedir, bu konuşuluyor.

Işın Karaca’yı aşan, yaygın bir bakışın temsili olarak hayli verimli bir tartışma açtığını düşündüğüm bu sözün ifade ettikleri, açığa çıkardıkları, yer yer de gizledikleri üzerine dört kadınla söyleştik. Her biri kendi alanlarında hayli üretken, çalışkan kadınlar olmalarının yanı sıra, “kız annesi”. Gazeteci ve tiyatro eleştirmeni Bahar Çuhadar, iletişimci ve yazar Ayşen Şahin, şarap üreticisi Selda Tokat ve editör, eleştirmen Neslihan Cangöz’le yaptığımız söyleşi bu güncel tartışmalardan başlıyor, kutsal annelik dayatmaları ve yükselen kadın sesini bastırmaya yönelik hamlelerden gelecek endişeleri ve umutlarına uzanıyor.

Gülşen meselesi hakkında neler düşünüyorsun? Kostüm seçimi, devamında gelen tepki ve hedef göstermeler, bunlara karşılık yaptığı manifesto mahiyetinde açıklama… Kısaca anlatır mısın?

Bahar Çuhadar:

Gülşen esasen kadınlar olarak hep söylediğimizden farklı bir şey söylemiyor elbette ama bu durumda çarpıcı olan bence şu: Gülşen, birbirimizi fav’layıp RT’lediğimiz ‘sen-ben-bizim kız’ mahallesinden başka biri, milyonların takip ettiği bir pop yıldızı olarak; üstüne çullanan bir dizi erkeğe ve ‘erkek ağzıyla konuşan’ herkese, hepimizle ortaklaşmayı başaran bir dille yanıt verdi. Yazdıkları hem kadın hareketinin güçlü politik söylemine hem de tıpkı son paragrafında dediği gibi sadece kadınlığından dolayı taşığı etiketler ve yükler yüzünden ‘nefessiz/umutsuz/çaresiz’ bırakılan tüm kadınlara temas ediyor.
Story’sini gözlerim dolarak okudum. Ve ilk hissettiğim şey ‘gurur’ oldu. Tanıdığım-tanımadığım, ünlü-ünsüz, Türkiyeli-başka memleketlerden kadınlar böyle çıkışlar yaptığında, ilk hissettiğim bu olur: Gurur ve gözyaşı! Her seferinde bir kişi daha çoğalmış, sesimiz artmış hissediyorum. Gülşen’le gurur duyuyorum. Sinmediği, susmadığı, ‘erkek aklı’na pabuç bırakmadığı, “Aman şimdi bana konser falan ayarlamazlar, ortalıkta egemen olan söylemin suyunda sessiz sessiz takılayım” demediği için, her sınıftan, kesimden kadının (bence yüksek sesle söylenmese bile evet, her kesimden. Kabul edelim, Gülşen’in bahsettiği prangalar ‘neci’ olduğumuzdan bağımsız, hepimizin ayaklarında) kendini yakın hissedebileceği cümleleri için, kendi aklına, bedenine, kararlarına sahip çıktığı ve bunu yüksek sesle söylediği ama bunları yaparken hiç de böbürlenmediği için… Gülşen’le gurur duydum.

Ayşen Şahin: 

Bu ülke İslamiyet’e 2001’de geçmedi, her yeni yıla devlet televizyonunda dans ile girilirdi. O kostümler de bundan farklı değildi. Siyasi liderler plajda görüntülenirdi. Ancak laik Cumhuriyet 20 senedir dincilikle sınanıyor. Bir sahne kostümü kime ne rahatsızlık verebilir? İstemeyen izlemeye gitmez olur biter. Bu iktidar kadını eve, aile kavramı içine, görece kutsal kıldığı analık mefhumuna hapsetmeye çalışıyor. Gülşen’in kostümü sıra dışı bile değil aslında. Dünyada tüm starlar böyle giyiniyor. Hatta dileyen mevsiminde dışarıda da böyle gezebilir, başka ülkelerde gezen geziyor. Her ülkede müslüman nüfus var. Burada olay halini alması, kadınlara yönelik sistematik baskının bir yansıması.

Bundan 10-15 sene önce 8 Mart’larda “Geceleri, sokakları istiyoruz” diyorduk. Şimdi önce “Ölmek İstemiyoruz” diye haykırmak zorunda kalıyoruz.

Kadının özsavunmasına verilen cezalar ibretlik oluyor, erkek kadını öldürdüğündeki ceza feyzlik. Yasama, yürütme, yargı el birliğiyle (ki ayrı oldukları da söylenemez artık) kadını bir kalıba sokmaya çalışıyor. Eğitim sistemi, sosyal güvenlik kurumu, Diyanet vs devlet tüm kurumlarıyla kadını göz önünden, istihdamdan, hayattan, haklarından koparmaya çalışıyor.

Gülşen’in açıklaması müthişti. Ben kendisine kadın mücadelesinde tartışma çıtasına katkısı için müteşekkirim. Geniş kitlelere ulaşan sanatçılara böyle karanlık zamanlarda önemli iş düşüyor. Etki alanları geniş. Sözlerini sakınmadıklarında görecekleri takdir, daha çok sanatçıyı konuşmaya sevk edecektir diye düşünüyorum. Bu yüzden tüm alkışlarımız Gülşen’e.

Hiç dinlemezdim, müzik zevkim farklı ama şimdi konserine bilet bakıyorum.

Selda Tokat:

Gülşen’e de, özgürce kadınların yanında olabilenlere de, cesur oldukları için, uzun yıllardır “yaşam tarzımıza” müdahale edene sessiz kalmadıkları için müteşekkirim.

Yönetenlere boyun eğmemiz için hayatlarımızı korku duvarları içinde yaşamamızı isteyen, bunun için de uzun, çok uzun yıllardır ilmek ilmek, tuğla tuğla bu duvarları örenler salt yönetenler değil. Çıkar/çark döngüsündekilerin gün geçtikçe artan çokluğunu bilmenin karamsarlığında, duvarları yıkanların da olduğunu görmenin verdiği “sevinci” yaşadım aslında ben bu olayla...

Neslihan Cangöz:

Gülşen’in kostüm seçiminden bir erkek şarkıcının Gülşen’in kıyafetlerini sahne adabına uygun bulmamasıyla haberdar olduk; fotoğrafları sosyal medyada önümüze düştü. Sonrasında işte ahlakçılık yarışı başladı, “kocası ne diyor bu kıyafete, ama bizim değerlerimiz” vs. Gülşen’in yazdığı manifesto gibi metin ise tüm bunlara verilmiş şahane bir cevaptı. Hala bu konuların mesele olmasına inanamıyorum demek isterdim ama Türkiye’de yaşayan bir kadın olarak ne giydiğimizin her zaman “belli” anlamlara geldiğini biliyoruz.

Bahar Çuhadar ve kızı Haziran

ÇOCUKLARIMIZA İLLA BİR ŞEY ÖĞRETECEKSEK ÖZGÜR DÜŞÜNCEYİ ÖĞRETELİM

Konu, son olarak da Işın Karaca’nın yeni açıklamalarıyla gündemde. Karaca “Ben de bir kız annesiyim, bu kadarı da fazla, belli bir normun içerisinde bu ülkeye göre hareket etmelidir,” şeklinde konuşmuş. Öncelikle, “bir kız annesi olarak” ne demek sence, neyi ifade ediyor? Ve bir kız annesi olarak sen bu bakışa nasıl bakıyorsun?

Bahar Çuhadar:

Işın Karaca’nın laflarını görünce bir refleksle “Kız çocuğu annesi ve kadın olarak Gülşen’le gurur duyuyorum” yazmıştım Twitter’a. Kısa süre sonra fark ettim ki o tepkim aslında Karaca’nın ‘bir kız çocuğu annesi olarak’ vurgusunaydı. “Eee, ben de kız çocuğu annesi olarak böyle düşündüm, ne yani…” gibi bir tepkisellik. Bunun altında şu var aslında: Sizin, benim, onun; kız çocuğu annesi, babası, anneanesi, dayısı vs. olmamız böyle bir ‘muhafaza’ duvarı örmemize had ve hak vermez. Kendimizi de çocuklarımızı da etrafımızdakileri de her türlü etiketten, yaftalamadan korumalıyız, bir şeye karşı muhafaza edeceksek. Ne kendilerine yaptırsınlar ne de başkalarına yapılmasına fırsat versinler bu etiketlemeleri. Çocuklarımıza da illa bir şey öğreteceksek özgür düşünceyi öğretebiliriz umarım. “Belli bir normun içinde hareket etmek” kısmına girmiyorum bile…

Neslihan Cangöz ve kızı Aslı

Neslihan Cangöz:

Işın Karaca bu sözleriyle pek çok düğmeye basmış; sahte bir ahlakçılıkla “ben de şarkıcıyım ama Gülşen gibi değilim” demiş olmuş, sahne sanatçısı bir kadını sahnede giydikleri nedeniyle erkek bakışıyla yargılayıp, kutsal aile için bu durumun kabul edilmez olduğunu vurgulamaya çalışmış. Biliriz ki kutsal aile için kadın değil anne gereklidir. Üstelik o bahsettiği norm, ülke değerleri açısından bu ülkede pek çok insan da Işın Karaca’nın da sahnede şarkı söylemesini, kıyafetlerini uygun bulmayacaktır. Bu nedenle kumaş hesabına, ne kadar örtündüğümüze hiç girmeyelim bence. Mesele ne giyildiği, kız annesi olmak olmamak değil, kadınların iradesini savunmak bana kalırsa.

Ayşen Şahin ve kızı Nisan

Ayşen Şahin:

Ülkedeki norm dediği nedir öncelikle? Evrensel hak ve özgürlük normlarını baz almak ve hatta bunların bile genişleyebilmesi için uğraşmak gerek. Dilden, yaşamdan ayrımcılığı kaldırmak adına bunca mücadele verilirken bu önyargılı, ezbere “ülkedeki norm” saptaması hepimizin çemberini daraltır.  “Public sex” örneğin (kamusal alanda seks) toplum normuna uygun olmayabilir, cinsel eğitimini henüz almamış çocuklar şahit olabilir. Ancak herhangi bir kıyafet bir başkasına rahatsızlık veremez. Bu mantıkla bir ateistin de dini simgelerden rahatsız olması sözkonusu olur. Antimilitarist de askeri üniformayla karşılaşmak istemez. Bunun sonu yok ki…

“Bir kız annesi” diyerek kendi sırtına iktidarın çok alkışladığı “kutsal analık” hırkasını giymeye çalıştığını düşünüyorum. Ancak unutmaması gereken bir şey var, bu iktidar için her anne aynı dokunulmazlıkta değildir. Bir anneyi kürsülerden yuhalatabilir, Cumartesi Anneleri’ni gözaltına aldırıp, kolluk şiddetine maruz bırakabilir, evlat acısı çeken bir anneye miting alanında gülerek bir ev anahtarı uzatabilir. O “annelik”e pek güvenmemesini öneririm. Hak arayan anne bu iktidarda makbul değildir. Gün gelir o da hak aramak zorunda kalabilir.

Kızının Gülşen’den feyz almasından da endişe etmiş gibi konuşuyor. Yüzlerce şarkı sözü ve bestesi olan, konserleri tıka basa dolan bir sanatçıyı feyz almasından nasıl endişe edebilir onu da aklım almıyor. Ben bile şu yaşımda Gülşen’den feyz aldım ve bundan gurur duyuyorum. Bedenime iyi bakmadığımı fark ettim sayesinde. Bu yaşlarda öyle sağlıklı görünemeyiz, olamayız sanıyordum. Spora başlıyorum.  İyi bir örnek oldu bana da.

Selda Tokat ve kızı Su

Selda Tokat:

Bizi duvarlara hapsetmek isteyenlerin ülkesinde, kendimi en iyi hissettiğim yer bağlar benim, buna annelik de dahil. Kızımla beraber de hiç bir şey yapmadan bağları izlemek de, bağlarda yürümek de, ya da birer kadeh şarabı alıp bağda gün batışını izlemek de benim için coşkunun kendisi. Bağlarda olmak, içinde aile, üretmek, sabır, tutku ve sevgi barındırıyor. Bir annenin evladına vermek isteyeceği bu güçlü duyguları, yaşatarak öğretebilen şanslı biriyim ben. Hayata ve anneliğe de böyle bakıyorum.

Bir insan evladı/annesi demeyi öğrenememiş olmanın da, o uzun yıllardır örülmüş duvarların içinde yaşatılmakla ilgili olduğunu ve o tuğlaları örenlerin de  yukarıda bahsettiğim çıkar/çark döngüsünde bilinçli/bilinçsiz bu duvara tuğla koyanlardan olduğunu düşünüyorum.

NESİLLERDİR BİR MUTSUZLUK DÖNGÜSÜ İÇİNDEYİZ

-Gülşen’in açıklamasında bana en mühim gelen kısım “evet ben bir eş ve anneyim ama hiçbir sıfatın kölesi değilim, ben kendimim, kendime aitim” sözleriydi. Toplumsal cinsiyet kabullerinin kadınlara biçtiği “öncelikle anne olmak, kutsal annelik” rolüne sağlam bir itirazdı bu. Sen kendi çalışma ve varoluş alanlarında bunu nasıl yaşıyorsun? Yazar kadın, insan ve anne olmak sence kendi içinde hiyerarşi içeren şeyler mi?

Ayşen Şahin:

Bu hiyerarşiyi toplum dayatıyor, insana seçim hakkı bırakmıyor. Annelik, yemeyip yedirmekle, uyumamakla, çilekeşlikle, cefakarlıkla, saçını süpürge etmekle, kadının kişiliğini yok sayarak tanımlanıyor. Herkes annesini çok sevdiği bir yemeğiyle anıyor. Sanki yemek pişirmek kodları doğumla bir gelişiyor. Herkes o evi, annesinin ona sofralar kurduğu, uyuyakaldığında üstü örttüğü, çamaşırlarının ütülenip katlandığı günlerle anlatıyor. Oysa deyimler “baba ocağı, baba evi” diyor o haneye.  Bu ülkede çalışan çoğu kadın annesine güvenerek çocuk doğuruyor. Okul öncesi eğitim yetersiz, bakıcı ücretleri çok yüksek. Her dört kadından biri çocuk doğurunca istihdamdan düşüyor. Anneanne-babaanne ile torun üzerinden kurulan ilişki herkesi birbirine bağımlı kılıyor. Kimse özgürleşemiyor. Ne anneanne-babaanne hayalindeki ikinci baharı yaşayabiliyor ne de çocukları tamamen kendi ayakları üzerinde durduğunu hissedebiliyor. Bu bağımlı ilişki, birçok sitemi üretiyor. Kendini sadece çocuklarına verdiği emek üzerinden ifade edebilen kadın, ömrünün bir yerinde bunun karşılığını almak istiyor: aramıyorsun, sormuyorsun, bayramda gelmiyor musun? sitemleri...Ya da çocuklar evden hatta belki şehirden ve ülkeden uzağa gittiklerinde korkunç bir boşluğa düşüyor: ne için, kim için geçti bu ömür?

Biz bence nesillerdir bu mutsuzluk döngüsü içindeyiz.

Çocuğun doğar doğmaz tüm sorumluluğunun anneye zimmetlenmesi çok büyük haksızlık değil mi? Kariyerinde çok iyi noktaya gelmiş kadın ve erkeklerin röportajlarında dikkat edersen erkekler, o işe ne kadar insanüstü zaman ayırdığını, tek keşkesinin çocuklarla vakit geçirememek olduğunu anlatır. Kadınlarsa bunca yoğunluğa rağmen nasıl da çocuklarını ihmal etmediğini ispatlamaya çalışır. Çünkü aksi durumda toplum yargı dağıtır.

Kadından ekonomik bağımsızlığını kazanmasını, çalışmasını, çocuklarını iyi yetiştirmesini, okulla iletişimde olmasını, veli gruplarında aktif olmasını, kermeslerde yer almasını, çocuğun gelişimini doktoruyla birlikte takip etmesini, çocuğun yeteneklerini keşfedip doğru yönlendirmesini, kurslara götürüp getirmesini, evi temiz ve toplu tutmasını, düzeni sağlamasını, sağlıklı öğünler pişirmesini, kendine bakmayı ihmal etmeyip evlilikte heyecanı ve tutkuyu eksik etmemesini tembihleyip duruyor birileri. Erkek ise arada yaptığı mangal ve salata ile ev işlerine destek koca, çocuğu iki havaya atıp tutunca da ilgili baba sıfatını hak etmiş sayılıyor. Bu adil mi? Kadının üzerindeki bu beklenti gerçekçi mi? Hepimiz bunun doğurduğu sıkıntıları yaşıyoruz…

Neslihan Cangöz:

Hiyerarşi içermeyen, birbirine dolanmış bir var oluş hâli. “Şimdi yönetici şapkamla…” filan diye konuşulduğunu duyduğumda bir gülme gelir bana. mutfakta yemek yaparken anne, çalışma masasında editör, sokakta ekonomist olmuyoruz, “değiş tonton” gibi!

Selda Tokat:

Kadın, insan, anne sıfatlarından “insan” olmayı önemseyen biri olarak, duvar/tuğla metaforunda o  tuğlaları yıkmaya gayret eden olmaya çalışıyorum.

ANNELİK EŞSİZ AMA KADINI MİLİM MİLİM AŞINDIRAN BİR DENEYİM

Bahar Çuhadar:

10 yaş altı iki çocuğum var. Hayatımın hiçbir aşamasında anneliğin ‘kutsal’ olduğunu yahut bir ‘önceliği’ olduğunu hissetmedim. Bana sorarsanız eşsiz bir deneyim ama çocuk doğurmak/yetiştirmek istemeyen bir kadın da haber değeri taşımamalı bence, tıpkı ‘anne’ olmanın altının çizilmesine gerek olmadığı gibi. Ama… Annelik, Elena Ferrante’den bir ifadeyle söylersem, kadını milim milim ‘aşındıran’ bir deneyim. “Anne olunca anlarsın” derler ya, katılıyorum, anne olunca anlarsınız; anneliğin nasıl yıkıcı, tüketici, boğucu bir şey olduğunu… Çocuklarım kalbim ve hayatım ama bu, annelik kurumunun zorlayıcılığını dillendirme, yeri geldiğinde annelik yüküne, annelikten beklentilere ve hatta bizzat çocuklarımın duygusal ve fiziksel beklentilerine bile (bkz. Ferrante’den uyarlanan ‘Karanlık Kız’ filmi) isyan etmeme mani değil. Anne olanlar anlar…

Sorduğun hiyerarşi, toplumun nezdinde oluyor elbette. Arkadaş ortamlarında bile oluyor bazen. Dışarıdakilerin gözünde; çocuk doğurduktan sonra artık sen asla sadece sen değilsin çünkü. Hep sen ve çocuklarınsın. Sen+annesin. (Evet, tamam şu anda bu soruları da ‘anne’ olduğum için yanıtlıyorum ama aradaki farkı görebiliriz sanırım…)
Anneyim, 41 yaşındayım ve canımın istediği gibi giyinir, canımın istediği gibi gezer, eğlenir ya da iki gün evden çıkmaz, çılgınlar gibi yemek yapabilirim. Çocuklarımı bırakıp tatile çıkabilirim ya da çocuklarımla vakit geçirmek için işten izin alabilirim. Dokuz ay annelik izni kullanabilirim ya da dört ayın sonunda çocuğumu bakımverene/eşime teslim edip koşarak işe dönebilirim. Muhafazakâr, ataerkil toplumların, ‘başkalarının’ beklediği, olması gerektiğini düşündüğü, kutsiyet ya da dokunulmazlık atfettiği ‘anne’ değilim, olmayacağım; olduğumu hissettiğim an kendime gelip çığlığı basma hakkımı kendimde saklı tutuyorum.

Devam Edecek

Tüm yazılarını göster