50’ye yakın yıldır “Barış” isteyen Ahmet Türk, artık tutuklu. Biz dün söz verdiğimiz yerden devam edelim: Bir Kürt ne ister? Bu, pek sorulmaz aslında. Sorulmadan cevap verilir. Demek ki en önce aslında sorulmasını ister; e sorulunca da anlatmak ve anlattıklarının dinlenmesini... Başka bir soru var, kibrin retorik sorusu: "Daha ne istiyor bu Kürtler?" ve devamla, "… işte cumhurbaşkanı olabiliyorlar, başbakan olabiliyorlar, bakan olabiliyorlar, belediye başkanı olabiliyorlar..."
Gerçekten de bir Kürt’ün cumhurbaşkanı olabilmesi iyidir, adildir. Fakat bir adım daha var, “onur” denilirken dile getirilene tekabül eden bir adım: Kürt kalarak ne olacaksa o olabilmesi… İşte hem adil hem de onurlu olan budur. Kürt olmadan, Kürt kalmadan bir şey olmak, kendisi olmaktan çıkmak istemez. “Bu ülkede Kürtler her şey olabilir, Kürt olamaz” lafı bunun için söylenmiştir.
Bu istek, barış isteğiyle beraber dile getirilen “onur”u vurgular. “Onurlu bir barış” demek, Kürtçe eğitim öğretimin var olduğu, Kürtlere yönelik tarihsel haksızlıkların tekrarlanmayacağına dair statü güvencelerinin bulunduğu, Kürtleri Kürt olmaktan çıkaracak gidişatı ortadan kaldıran, Kürt’ün Kürt, Türk’ün Türk ve kalan herkesin de ne ise o olarak kalabileceği statü ve onun güvencelerinin bulunduğu bir birlikte yaşama düzeni demek.
KÜRTLER TUTUKLANMAZ, ALINIR
Ahmet Türk, ne bir şahin ne de bir güvercindir demiştik. O Türkiye’deki egemenlik yapısının Kürtlere ilişkin tasarruflarının bir ölçüsüdür de:
Cuntacı darbeciler onu Diyarbakır 5 No’lu cezaevinde işkenceye tabi tutarken, “Teröre yardım yataklık”la suçlamıyorlardı, Kürt olduğunu söylemek ve Kürtlüğe ilişkin taleplerini dile getirmiş olmakla suçluyorlardı. Merhum Şerafettin Elçi gibi. 1990’larda “terör” ve “yardım yataklık” kalıbı devreye girdi, 1994’te DEP milletvekili olarak diğer arkadaşlarıyla birlikte başına gelenler bu kalıpla haklılaştırılmak istendi. 2000’lerin iktidar heyeti, AK Parti ise 1994’te Ahmet Türk ve arkadaşlarına yapılanları doğru bulmadığını söyledi hep; söyledi ama yaptığı çok uzağa düşmedi: Anayasa Mahkemesi onun milletvekilliğini düşürdü, ona yasak getirdi. Sokaklarda o saldırıya uğradı ve ona atılan yumruklar, “emekçi yumruğu” olarak iltifat gördü. 2013’teki barış sürecinde yeniden uzun ince ve nezaketli varlığıyla ortaya çıktığında, elbette dilinde yine onurlu bir barıştan fazlası yoktu.
Ahmet Türk, Mardin Büyükşehir Belediye başkanlığından alındı, ardından gözaltına alındı ve dün tutuklandı. Aslında Kürtler “tutuklanmaz”lar fakat “alınır”lar. Gırtî, alınmış. Gözaltı ve tutukluluk farklı değildir Kürtçede. İkisi de “girtî”dir. Alınmış. Devletin hukuk işlemlerindeki farklar Kürtçede kaybolur, çünkü “tutukluluk” ve “gözaltı” ayrımını yapan hukuk, Kürtlerin varlığını değil yokluğunu esas alan hukuktur. Dil de buna böyle cevap verir: Aldılar.
İdris Baluken, Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Gülser Yıldırım ve Leyla Birlik “girtî”dir. Alınmış. Tıpkı 1994’te Leyla Zana, Hatip Dicle ve Orhan Doğan ile Selim Sadak’ın “girtî” olması gibi. “Dayê ez girtî me.” Şarkı sözüdür. Şarkılara girecek kadar çok alınmışlar çünkü. “Barış” deseler de devlet dekodırı “terör” diye çevirdi mi, iş biter. Alınırlar.
İKİ BARIŞ!
Barış diyorduk, oradan devam edelim. İki barış var aslında.
Barış. “Barmak”tan geliyor. Necmiye Alpay (evet, şu Özgür Gündem soruşturmasında alınan Necmiye Alpay) 28 Ağustos 2008’de Radikal’deki köşesinde yazmıştı:
‘Barmak’ fiilinin ‘gitmek’ anlamına geldiğini söylüyor Andreas Tietze’nin “Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı”: ‘Barışmak’, ‘bar-’ kökünden işteş fiil; ‘birbirine gitmek’ anlamına geliyor. Barış da aynı aileden. Biz buna, ‘birbirinin gerçekliğine varmak’ diyelim.
Barmak, bugün “varmak” diye kullandığımız fiiline atıfla, barışın birbirine varmak olduğunu da söyleyebiliriz. Barışmak için birbirine doğru yürümek gerekir. Adım atmak. Birini ya da birilerini alıp götürmek değil.
Kürtlerde iki barış var: Aştî ve lihevhatin. Aştî, çocuğun susması, sakinleşmesidir; parlamış, öfkelenmişin dinginleşip oturmasıdır; acı iniltilerinin dinmesidir Kürtçede. Türkiye’de en çok duyduğumuz budur. Fakat “kalıcı barış” “aştî” ile sağlanmış olmaz. Kalıcı barış, lihevhatin, birbirine uyma, birbiriyle uyum sağlama, birbirine gelme, ulaşma ile mümkündür. İki dil de barışı “birbirine doğru bir hareket”le başlatıyor. Birbirine doğru gidenler elbette birbirine yumruk da atabilir, fakat el sıkışmak da ancak birbirine doğru gitmekle mümkün. Yumruk riskine rağmen el sıkışma arzusu.
Hasılı, barış, lihevhatin olacaksa, bir ilk gerekli, bir ilk adım:
“Barış yalnızca savaşan taraflardan birinin ilk adımı atmasıyla, tehlikeli başlangıcıyla, diyalog başlatma riskini almasıyla ve yalnızca ateşkes değil, gerçek bir barışa götürecek hareketlerde bulunmasıyla mümkün olabilir.”(Mustafa Şerif’in, Jacques Derrida ile yapıp “İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma” adıyla kitaplaştırdığı söyleşideki “ilk adım” vurgusu, ateşkes ile barış arasındaki bir temel ayrımı hatırlatarak sürer: “… barış ise Kant’ın dediği gibi, daimidir.” Aynı paragrafta İsrail ve Filistin hatırlatması ve Ortadoğu’daki diğer çatışmaların anılmasından sonra devam ediliyor: “… her örnekte, bir açılımla bir kapanmanın farkı eğer kendisi ötekine hitap etmekte ilk olmazsa, elini uzatmakta ilk olmazsa bu savaşın hiç bitmeyeceğini bilen biri tarafından alınan riske, risklerin ortasında alınan sorumluluğa bağlı.” (Aynı kitaptan)
EGEMENLİK PAYLAŞILMAZSA GERİYE DEMOKRASİ KALMAZ
Bir “barış girişimi” vardı. İlk adımlar atılmıştı. Riskler üstlenilmiş, karşılığı ortamın demokratikleşmeye yönelmesiyle alınmıştı. Fakat o arada sözler duymaya başladık: “Devlet şerik kabul etmez.” 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar süren çatışmasız ortam HDP’nin yüzde 13 gibi yüksek bir oya ulaşmasıyla bitti. “Onurlu barış” lafına oy veren 6 milyon seçmen, belediye başkanlarından milletvekillerine kadar tüm temsilcilerinin alınmasıyla cezalandırılıyor şimdi. Ahmet Türk 1980 sonrasından başlayarak bütün alınışlarından önce ne yaptıysa onu yaptı, ne söylediyse onu söyledi, içerde tutulsa da serbest kalsa da yine aynı şeyleri söyleyecek. Devlet de aynı şeyleri mi yapacak? O zaman onuru bırakın, adili bırakın, bir barış bile olmayacak. Tabii ki Dersim 1937-38’le finale ulaşan kırım ve kıyım sürecine girilmeyecekse. 38 sonrası barış sanıldığı için 1984’e gelindi.
İşin anahtarı, egemenlik paylaşımındadır. Kürt kalarak cumhurbaşkanı, başbakan, milletvekili, belediye başkanı, vali, kaymakam filan olma imkanında yani. Kürt sorunu bütün Ortadoğu’yu derinden etkileyen bir etno-politik sorun olarak, Kürt etnosunun haklarının mırın kırın etmeden düzenlenmesiyle çözülebilir ancak. Çatışma hali çözüm sayılmıyorsa tabii ki.
“Bugün, egemenliğin paylaşıldığı ve bölünebilir olduğu gerçeğini hesaba katmak zorundayız.” (Aynı kitaptan, Derrida söylüyor, s. 89)
Yalnızlık paylaşılmaz demişti Özdemir Asaf, paylaşılırsa kimseye bir şey kalmaz. Fakat egemenlik paylaşımı, herkese bir şey bırakır: Demokrasi. Her yurttaşın “özne” olduğu, salt “nesne” olarak görülmediği bir paylaşım. Bir ortaklık. “Ortak devlet” derken, egemenlik hariç demek, ya Türk ol, ya öl demekten başka ne olabilir? Ya sev ya terk et?