“Sayın Orgeneral Kenan Evren, {…] Sayın Başkan, […]
İstikrarsız ve güvensiz yaşadığımız son yılların ümitsizliği
içinde, sizlerin iktidarı ele almak mecburiyetinde kalışınıza şahit
olduk. 12 Eylül Cuma günü, radyo ve televizyonda yaptığınız samimi
ve gerçekçi konuşmadaki düşüncelere katılmamak mümkün
değildi.”
Bu şairane satırlar, 12 Eylül faşist darbesinden sadece üç hafta
sonra, 3 Ekim 1980’de, Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı ve
1971’deki kuruluşundan itibaren 8 yıl boyunca TÜSİAD’ın Yüksek
İstişare Kurulu Başkanı olan Vehbi Koç tarafından cunta liderine
yazılan uzun namenin peşrev bölümünden… Bu süslü giriş,
Koç’un, sanayi burjuvazisinin bir baş temsilcisi olarak cunta
liderinden ‘beklentileri’ ve ‘tavsiyeleri’ ile devam eder. Şöyle
demektedir örneğin:
“Şimdi; ‘Faşist ordu iktidara geldi, kapitalistlerle
birleşerek, Türk işçisini istismar ediyor’ propagandası
yapılmaktadır. […] Diğer taraftan, DİSK’in kapatılmış olmasından
dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş
içindedirler. Militan sendikacılar, bu işçileri tahrik etmek ve
faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak,
kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum
bilinerek, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler
alınmalıdır.”
Türkiye’de bir zerrecik olsun memleket şuuru taşıyan herkes, 12
Eylül askeri darbesinin 24 Ocak Kararları olarak bilinen “yapısal
reformların” hayata geçirilmesinin önündeki işçi sınıfı ve
toplumsal muhalefet direncini düzlemek için yapıldığını
bilmektedir. İşte, büyük sermayenin bir baş sözcüsü de şiir
gibi iltifatlarla karşıladığı Orgeneral Evren’i, “DİSK’e göz
açtırma, sarı sendikaları bir an önce örgütle” diye
gazlamaktadır.
Vehbi Koç, siyasal program açısından da 12 Eylül’ün tam bir
sahibi olduğunu gösterir:
“Komünist Parti’nin solcu örgütlerin, Kürtlerin,
Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini
devam ettirecekleri muhakkaktır. Bunlara karşı uyanık olunmalı ve
teşebbüsleri muhakkak engellenmelidir.”
İşte tam burada, bu siyasal tavsiyeler babında, mektup boyunca
(Kenan Evren dışında) adı olumlu olarak anılan tek kişinin ismi
geçer. Ülkeyi açık bir cezaevine çeviren, tutuklamalar, işkenceler,
idamlarla yol temizliği yapan cuntaya ‘asılsız ihbarlar’ konusunda
bir uyarısı vardır patronun:
“Kötü niyetli insanlar, şahsi düşmanlıkları yüzünden, bu
gibi ihbarları yaparlar. İhbarlar yüzünden çok vakit kaybedilir ve
bir takım yanlış işler yapılır. Bu kötü niyetli teşebbüslere fırsat
verilmemelidir. Nitekim Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Turgut
Özal hakkında, birtakım dedikodular başlatılmıştır. Turgut Özal,
bir dahi değildir. Onun da hataları olabilir. Fakat bu nazik
dönemde, mevcudun içinde, meselelerimizi en iyi bilen insandır.
Dedikodulara bakmadan, kendisini tutmakta fayda vardır.”
Turgut Özal, işçi sınıfı ve sol muhalefetin direnci nedeniyle
uygulanamayan ve ancak 12 Eylül cuntası aracılığıyla hayata
geçirilebilecek olan 24 Ocak kararlarının mimarıdır. Burjuvazi,
kendi yol haritasını yazdırdığı bu bürokratını en üst düzeyde
kollamaktadır.
Cunta da, bu nazik burjuva muhtıranın sahip çıktığı Özal’a,
“hakkındaki dedikodulara rağmen” dokunmaz. 1983’te ANAP’ı kurarak
seçimlere girmesine izin verir ve hatta kendi desteklediği MDP’yi
hezimete uğratarak ‘sivilleşen’ siyasal iktidarı kazanmasına da
–sözgelimi seçimi iptal ederek falan– engel olmaz. Özal ile
burjuvazi arasındaki ilişki o kadar efektiftir ki Sakıp Sabancı
1984 yerel seçimlerinde İstanbul Belediye Başkanlığı için aday olma
hayalinden, Özal’ın Mehmet Barlas aracılığıyla ilettiği, “Vaktiyle
o benim patronumdu, uygun düşmez” mesajı üzerine vazgeçer. Özal,
70’lerin ilk yarısında Sabancı Holding’in Genel Koordinatörü olarak
çalışmıştır zira…
* * *
İstanbul merkezli büyük sermayenin, sanayi burjuvazisinin örgütü
TÜSİAD, kurulduğu 1971’den itibaren Türkiye kapitalizminin ihtiyaç
duyduğu tüm siyasal dönüşüm süreçlerinde önemli bir aktör olarak
yer aldı. 12 Eylül darbesi ve sonrasında kurulan ANAP rejimi bunun
şahikalarından biridir. Ama ilki olmadığı gibi sonuncusu da
değildir.
Türkiye’nin ‘karanlık’ 90’lı yıllarında da egemen siyasal
süreçlerin belirleyici aktörüdür TÜSİAD. Siyasal İslamcılar ile
laik ordu ve bürokrasinin çatıştığı dönemde “AB ve demokratikleşme”
perspektifi ile lanse edilen burjuva program etkin rol
oynayacaktır. O çatışmanın 28 Şubat müdahalesi ile geçici olarak ve
yine zor yoluyla askıya alındığı koşullarda, ortaya çıkan
“Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” raporu büyük
gürültü koparır örneğin. 1997 tarihli raporun, “sivil toplum”,
“çoğulculuk”, “demokrasi”, “yönetişim” gibi güncel kapitalist
kavramlarla servis edilen ama esasen neoliberal inşanın devamını
talep eden programı, dönemin askeri elitleri tarafından hiddetle
karşılansa da burjuva sınıfsal çıkarların acil ihtiyaçları olarak
yankısını bulacak, tıkanmış sistemle çatışan tek zinde güç olan
İslamcıların içinden çıkan ‘yenilikçi’ grup tarafından neredeyse
tümüyle benimsenecektir. “Milli görüş gömleğini çıkaran”
neo-İslamcılar, bir tür “TÜSİAD programı” vaat ederek ve büyük
burjuvazinin desteğini alarak iktidara gelir. 2002’deki asimetrik
seçim zaferi, tıpkı 1983’teki gibi ‘hazmedilir’ böylelikle.
Özal’ınki gibi, Erdoğan iktidarının beşiğini de aynı güçler
sallamaktadır. Bugün TÜSİAD sözcülerinin ve başlıca sermayedarların
kutsal bir çerçeve içine aldıkları “2002-2007 dönemi”, aradaki
küçük pürüzler sayılmazsa böylesi bir açık işbirliği dönemiydi.
Erdoğan ve partisi, genel oy hakkı ilkesi üzerinden edindikleri
sayısal avantajı, büyük burjuvazinin reform talepleriyle
birleştirerek emdiği bir memeye dönüştürerek semirdi. Siyasal
muarızlarına karşı mıntıka temizliğini de, bu işbirliği üzerinden
edindiği uluslararası meşruiyet ve destekle yapabildi.
* * *
Ancak bugün bambaşka bir tablo çıkıyor ortaya. TÜSİAD’ın
çarşamba günü yapılan Yüksek İstişare Konseyi toplantısında Başkan
Simone Kaslowski ve Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay
Özilhan’ın konuşmaları, İstanbul sermayesi ya da büyük burjuvazinin
Erdoğan rejimiyle ilişkisine dair bir boşanma protokolü gibiydi
neredeyse. Özilhan, “İyi işleyen bir demokrasinin en temel
özelliklerinden birisi iktidarın seçimle el değiştirebilmesidir.
Toplumsal değişimin yakıcı olduğu, mevcut iktidarların ve
liderlerin çetrefilli sorunlarla baş etmekte zorlandığı zamanlarda,
toplumun önünü açan çözümleri ancak demokrasiler üretir”
diyordu örneğin. Ve daha ileri giderek, meseleyi tam da vaktiyle
Bahçeli’nin işaret ettiği gibi bir ‘rejim tartışması’na taşıdı:
“[…] rotadan şaşmamak için kullanacağımız üç çıpa var:
ekonomide liberal piyasa düzeni, kural temelli uluslararası
sistemle olan ittifak, ülke içinde de demokrasi ve hukukun
üstünlüğü” ve “Parlamenter sistemden cumhurbaşkanlığı
sistemine geçiş henüz tamamlanmamış gözüküyor”...
Ardından Simone Kaslowski şöyle dedi: “Serbest piyasa
ekonomisinden vazgeçildiği veya yeni bir model arayışı içinde
olunduğu yönünde izlenimlere izin vermemeliyiz.”
Tam da Erdoğan’ın çok sıkıştığı üç alanda, ekonomi, iç siyaset
ve dış politikada atılan bu zehirli oklar, büyük sermayenin bir tür
‘veda havası’ gibi dinlenebilir mi: “Bir kuru dal ağaçtan kopar
gibi…”
Erdoğan bu sözlere dün akşam katıldığı iftarda restle karşılık
verdi: “TÜSİAD YİK Başkanı Tuncay Özilhan'ın buram buram
demokrasi hazımsızlığı kokan, üstüne bir de Türkiye'yi karalamak
için istatistik cinliğine başvuran konuşmasını üzüntüyle dinledim.
Şunu bilin ki Türkiye'yi dışarıdan vuranlar vurmaya çalışıyor ama
içeriden vuranlara bunun hesabını sormasını da bilirim.”
“Hesabını sormasını bilirim” diyor ama düzenin başlıca
sahiplerine bir tehdit olarak yöneltilmiş ve bu kadar
kişiselleştirilmiş bir hesap sormanın, ancak siyasal gücün erimekte
olduğu algısını geri çevirmesi durumunda bir anlamı olacağını
kendisi de biliyor. 31 Mart sonuçlarını tanımama kumarının masadaki
‘feda payı’nı artıran bir el yükseltme bu. Kendisi için,
geçmişte de sık sık yaptığı gibi, unutmaya, vazgeçmeye hazır olduğu
bir ‘seçim retoriği’ olsa bile muhatapları için artık öyle
olmadığı anlaşılıyor.
Gündemi belirleyen etkin bir söylemi ve vaat evreni kalmamış;
her türlü değişime pragmatik hamlelerle uyum sağlamayı bilen
bürokrasi içindeki etkinliği de eskisi kadar net olmayan; medyası
ve ‘kanaat önderleri’ içler acısı bir sığlıkta karaya oturmuş;
moral üstünlüğünü kaybetmiş; vaktiyle saray fotoğraflarında bir
araya getirdiği bazı meşhur simaları bile çevreleyemez
hale gelmiş bir ‘siyasal karizma’nın bu koşullardaki tehditleri,
kapitalist bir ülkenin büyük burjuvalarını sindirir mi?
Tam da kendi siyasal hareketinin sermaye için ‘altın çağı’na ait
simaları yeni siyasal oluşumlar arayışına girmiş ve rakip siyasal
hatlardan da güçlü bir ‘alternatif’ doğmuşken, sadece İstanbul
seçimlerinin yeniden kazanılması umuduna sarmalanmış bu meydan
okuma, ‘boşanma protokolünü’ imzalamaya dönüşüyor olmasın?
Unutulmamalı ki kapitalist bir ülkede ekonomik ve siyasal bir
krizin yönetimi, burjuvazinin gönüllü ve aktif desteği/işbirliği
olmadan gerçekleştirilemez.