Hasan Âli'de, yazarın deyişiyle “dünyaya katılma iştahı” var; her yaptığında bu iştah ve aşkın varlığını sezmek mümkün. Katılma iştahı ve çalışkanlığa, bitip tükenmeyen bir 'sevilme' arzusunun eşlik ettiğini bir kez daha hatırlatmalı.
Geçen hafta, Tanıl Bora'nın kaleme aldığı “Hasan Âli Yücel” kitabına başlamış, tek yazıda bitirmek istememiştim. Son zamanlarda en zevkle okuduğum kitap olduğunu söylemeliyim. Çok zor bir tür olan biyografinin hakkını veren, özenli, büyük emek harcanmış bir çalışma. Tanıl Bora'nın Hasan Âli'si, uzun tarihsel sürece damga vurmuş bir eğitimcinin, bürokratın, siyasetçinin ve altını birkaç kez çizmek gerek, bir insanın hikâyesi. Kitap boyunca, her kurum ve ilişki tasviri içinde Hasan Âli'nin insani niteliklerini anlama çabası hissediliyor.
Yazar, deyim yerindeyse Hasan Âli ile ahbaplık kuruyor. Mesafeli bir ahbaplık. Eleştiriyor, övüyor, belli ki bezen kızıyor, sırdaşlık ediyor, anlayış bekliyor ve nihayetinde okuruna, sevabıyla günahıyla iz bırakmış tarihsel bir kişiliğin 'cevherini' sergilemeye gayret ediyor. Sürekli ve haklı olarak dönemin koşullarını hatırlatıp düşünsel savrulmayı engellemek istemesi, ancak bunu yaparken 'mazeretçilikten' uzak durabilmesi çok önemli.
İlk yazıda da söyledim, bir yerde çok sinirleniyorsunuz Yücel'e, bir başka sayfada kanı kaynıyor insanın. Sinirlendiren sayfalarda, tepkim 'kuruluş' aşamasındaki bir uygulamaya mı, yoksa Yücel'in davranışına mı, kararsızlık yaşadığım yerler oldu. Cumhuriyet'i kuran devrimci kadro içinde ya da bir kenarında yer almış insanları, huyuyla suyuyla değerlendirmeye çalışmak kolay iş olmasa da, gereklilik. Doğrusu, nasıl insanlar oldukları ile yapıp ettikleri arasındaki mesafe çok değil. Ayrıca kitap sayfalarının siyah beyaz fotoğraflarındaki kurucuların kanlı canlı birer insan olduğunu düşünmek dönemin daha sağlıklı ele alınmasına yardım ediyor.
Hasan Âli'de, yazarın deyişiyle “dünyaya katılma iştahı” var; her yaptığında bu iştah ve aşkın varlığını sezmek mümkün. Katılma iştahı ve çalışkanlığa, bitip tükenmeyen bir 'sevilme' arzusunun eşlik ettiğini bir kez daha hatırlatmalı. Etkisi bir ölçüde bugüne dek devam eden en önemli hizmetleri, uzun milli eğitim bakanlığı döneminin kapsamlı 'çeviri faaliyeti' ve kuşkusuz 'Köy Enstitüleri.' Köy Enstitüleri denildiğinde adı mutlaka Yücel'le birlikte anılması gereken isim, İsmail Hakkı Tonguç.
Her iki girişim de günümüze izleri kalan, yankısı devam eden konular. Kurucu kadronun, imparatorluk bakiyesinden dört başı mamur bir ulus-devlet yaratmayı hedeflediği malum ve bu 'ülkünün' temel sacayaklarından biri eğitim. 'Milli' bir eğitim. Milliyetçi hamasetin de bu milliliğin mütemmim cüzü olduğunu ve söz konusu 'kurma' macerasının, Osmanlı'nın son döneminden Cumhuriyet'e miras kalan düşünce kalıplarının, tartışma ve komplekslerin gölgesinde yaşandığını hatırda tutmak gerekir. Hasan Âli de hamasetten masun değil. Yücel milliyetçidir, “...siyasetten uzak durduğu 1950'lerde dahi, ferah üslubuyla seyreltilmiş koyu bir milliyetçilik kendini duyurur.” Diğer yandan kendisine en büyük saldırı, anti-komünizm histerisinin başladığı yıllarda komünistleri koruyup kolladığı iddiasıyla yapılıyor. Çalışmada gerek bu konular, gerekse 'kültüralizm' ve 'Türk hümanizmi' konuları/eleştirileri kapsamlı biçimde ele alınıyor.
Bakanlık yıllarının anlatıldığı “dördüncü kısmın” başlığı, “süper bakan.” Tahmin edilebileceği gibi son derece hareketli, enerjik ve idealist bir görev insanı. Bora'nın, bir örnek olaydan hareketle yaptığı tanım, hakkını teslim ediyor: “...ve kabul etmek lazım, makam, mevki ve karar yetkisini hor kullanmayan bir tavır.” Yetkiyi hor kullanmama tavrına, arayı iyi tutup sevilip sayılma istekleri de eşlik ediyor. Yeni Türkiye'den, Eski'ye bakıp 'ah çekilebilecek' bir tutum: “...devlet bursuyla yurtdışına eğitime gitmek için başvuruda bulunan iki parlak Ankara Atatürk Lisesi öğrencisinden, oğlu Can yerine diğer adayı, Gazi Yaşargil'i seçmesidir.”
Uzatmadan, yalnızca iki temel konudaki büyük başarı ve katkısını hatırlatmakla yetinmek istiyorum.
Hasan Âli için, çeviri kitapları kültürel gelişme/toplumun eğitilmesi bakımından çok önemli. Bakanlıkta bir “Tercüme Heyeti” kuruluyor ve başkanlığını (Yücel ile arası hiç hoş olmayan) Nurullah Ataç'ın yapacağı son derece seçkin isimlerden oluşuyor bu heyet. Kolektif çalışma yöntemi öngörülüyor. 1940-1946 arasında 468 kitap, göz kamaştırıcı bir başarı hakikaten. Şark klasiklerinin oranının 'yüzde 7' civarında oluşu (başkaca gerekçelerle birlikte) milliyetçi-muhafazakâr kesimin tepkisini çekerken, Yücel bazı solcu aydınlara 'saygılı davranmak' ve 'kollamak' ile itham ediliyor. O sırada cezaevinde olan Nazım Hikmet'e de sipariş veriliyor, ancak “Savaş ve Barış”ta yalnızca diğer çevirmen Zeki Baştımar'ın adı geçiyor. Bu 'değer bilirliği' bakanlığı sonrasında başını epeyce ağrıtmış.
İkinci büyük atılım Köy Enstitüleri. Projenin eşsizliği, eleştirinin ve derdin de büyüğüne neden oluyor tabii, hemen hiçbir olumlu adımın cezasız bırakılmadığı toprakta. Yinelemekte yarar var, Enstitü söz konusu olduğunda 'İlköğretim Umum Müdürü' İsmail Hakkı Tonguç'un adı mutlaka Yücel ile birlikte anılmalı. “Tonguç, Köy Enstitüleri projesinin asıl müellifiydi... projenin hedefi, kitabî değil uygulamalı bir yöntemle, köy çocuklarına temel eğitim ve genel kültür formasyonu vermek yanında köyün kalkınmasına da önderlik yapacak bir eğitmen kadrosu yetiştirmekti. Köylü çocukları, köyün somut ihtiyaçları doğrultusunda, köylerin gelişmesinin öncüleri olarak yetiştirileceklerdi.” Tonguç bu projeye 1930'ların ikinci yarısında dört köy öğretmen okulu açılmasını sağlayarak başlıyor ve 1939'da Yücel'e sunuyor. Büyük ölçüde Tonguç'un kaleminden çıkan yasa tasarısı Nisan 1940'ta Meclis'e gelir, farklı açılardan eleştirilir, sonuçta yasalaşır. “Amaç, köylüyü 'müstahsil, kendi tarlasında ve muhitinde kuvvetli yapmak' idi; böylece 'onları şehre akın eder vaziyete getirmek'ten geri durulacaktı.
Hasan Âli, 31 Ağustos 1940'taki konuşmasında şöyle tanımlamış Enstitüleri: “Bu müesseseler bir arı kovanı halinde tam bir aile görünüşü ile kendi ihtiyaçlarına cevap vermek mihveri etrafında işleyen bir insan fabrikasıdır.”
Kısa sürede, başlangıçta 'Milli Şef' İsmet İnönü tarafından yüreklendirilen Yücel ve Tonguç'un gün gün takip etmeleri ve büyük emekleriyle olağanüstü bir gelişme sağlanmıştır. “1940'ta 11, 1941'de bir (Hasanoğlan), 1942'de iki tane daha, 1943-48 arasında 4 tane daha kurulmuş, Köy Enstitüleri'nin sayısı 21'e ulaşmıştı. 1742'si kız, 18 bine yakın öğrenci öğrenim görmüştü. Bu arada 1939'da 6 bin 500'e yakın olan köy ilkokulu sayısı, 1946'da 12 bin 500'e yaklaşmıştı. Gerçekten, 'atılım' sözünü hak eden bir seferberlikti.” İnönü destek vermesine veriyordu, buna mukabil Nisan 1944'te bir gezi esnasında Yücel'e yönelttiği, “Yücel, bu çocuklar köylerde işe başlayınca bizi tutacaklar mı?” sorusu, savaş sonuna doğru işin renginin değiştiğini gösteriyor.
II. Dünya Savaşı ardından, iktidarın Enstitüler'e bakışı 'tahmin edilebilir' gerekçelerle değişmeye başlar, 1946 seçiminin ardından Yücel bakanlığını kaybeder, Enstitüler'in tasfiye süreci başlar, dönemin anti-komünizm histerisinin şanlı idarecilerinden, büyük toprak ağası (yeni bakan) Reşat Şemsettin Sirer, dört koldan Enstitüler'e saldırıya geçmiş, itibarsızlaştırmak için elinden geleni yapmıştır. 1954'te DP tarafından kapatılana dek, Enstitüler'in içi boşaltılmıştı. Savaş sonrası yeni dünya düzenine eklemlenen Türkiye'de İsmet İnönü, okullardan (ve Yücel'den) desteğini çekmişti. Paşa'nın tavrına dair rivayet muhtelif olsa da, “üzerinde büyük ölçüde mutabık kalınan yorum, İkinci Dünya Savaşı sonrası 'hür dünya'ya angaje olmak üzere çok partili sisteme geçerken, İnönü'nün komünizm tehdidi veya 'potansiyeliyle' özdeşleştirilen Köy Enstitüleri'ne mesafe almayı stratejik bir icap saydığıdır.” Anti-komünizmin, Türkiye'nin çok partili yaşama geçiş aşamasında 'kurucu' işlev gördüğünü (ve çok partili yaşama solsuz geçildiğini) ihmal etmemek gerekir.
Sonrası, Yücel'in tasfiyesi, sağcılar tarafından “ahlâk ve namus mezbahası” olarak tanımlanan Köy Enstitüleri'nin anti-komünizmin başlıca hedefi haline getirilmesi ve 1947'deki meşhur “Kenan Öner ile davalaşma” ardından, büyük ölçüde yalnız bırakılması... Yücel ve Enstitüler'e yönelik 'aşağılayıcı' dil ve terminolojiye bakıldığında, Türkiye'de 'milliyetçi-İslamcı' sağ jargonun o gün bugündür hemen hiçbir olumlu ilerleme kaydedemediği fark ediliyor. Hemen tüm eleştiriler ve tercih edilen sözcükler, fazlasıyla tanıdık. Kitabı okuduğunuzda, günümüze bıraktıkları mirasın daha iyi anlaşılması bakımından, Nihal Atsız ve Necip Fazıl Kısakürek'in 'yergi ve hakaret' diline özellikle dikkat etmenizi rica ediyorum.
'Cadı avı' heves ve hararetiyle asılsız ithamlar yönelten Kenan Öner'e dava açması ve hiç ummadığı şekilde sündürülüp açıkça 'karşı saldırıya' dönüştürülen dava süreci, Yücel'in en büyük talihsizliklerinden biri. Basında her gün biraz daha köpürtülen dava rezaletine, Köy Enstitüleri'nin intikamı da diyebiliriz. Yücel'in, sonunda hukuken kazanıp siyasi olarak kaybettiği bir dava.
Okuduğunuz yazının başlığı, Tanıl Bora'nın, Yücel'in 'unutulmamaya' dair sözleri üzerine bir tespiti. “Unutmamayı, bir medeni vazife olarak telkin etmiştir.”
Tanıl Bora'nın “Hasan Âli Yücel'i” öğretici, derinlikli bir insan ve dönem anlatısı.