Bir merminin fiyatı nedir?
Erdoğan konuşmasında “büyük Türkiye atılımları”nı, “terör”e karşı verdikleri kahramanca savaşlarını anlatırken "Biz bunu yaparken birileri bizi farklı yerlerden vurmaya çalışıyor. Ne diyorlar? ‘Domates, patlıcan, sivri biber’ diyorlar. Düşünün, bir merminin fiyatı nedir?” dedi. Böylesine bir cümle kurabilmek, bunu çok normal ve de olması gereken, söylenmesi gereken en doğal cümle olarak kurmak aklımı zorlamadı dersem doğru söylemiş olmam.
Ercan Jan Aktaş
Recep Tayyip Erdoğan, 31 Mart yerel seçim çalışmaları kapsamında 9 Şubat tarihinde ilk mitingini Sivas’ta yaptı. Bu konuşmaya odaklanmamın Sivas’ta dünyaya gelmiş olmam ile bir alakası yok, ancak bu mitingde söylenen kimi cümleler peşimi bırakmadı. Bu iz üzerinden cümleler kuramadan, sözümü söylemeden de, bu cümlelerin ağırlığından az biraz da olsa kurtulmam mümkün olmayacaktır. Sivas elbette öylesine seçilen bir yer değildi.
Daha konuşmasının başında kurduğu; "1919’da Sivas’ta Kurtuluş Savaşımızın ve Cumhuriyetin temeli atıldı, manifestosu yazıldı, ufukları çizildi. İşte bugün 31 Mart seçimlerinin startını Sivas’ta verirken, 100 yıl sonra bizler de o ilkeleri, kararları, idealleri buradan tekrar ediyoruz." burada iki durum var, birincisi bir yerel seçim nasıl bu kadar “ulusal kurtuluş savaşı”na dönebiliyor? Beş yıl için yapılacak belediye, ilçe başkanlıkları/eşbaşkanlıkları, köy muhtarlıkları nasıl oldu da Türkiye Cumhuriyeti’nin “beka” savaşına dönüştü. İkinci bir durum ise; bir yüzyıl geriye giderek Cumhuriyet’in kuruluş kodlarına dönmenin nedenleri nedir?
Kuruluş kodlarına bir daha bakalım; "Sivas’tan yola çıkarken diyoruz ki milli sınırlar içinde vatan bir bütündür. Vatanımız, bayrağımız, devletimiz, milletimiz, istiklalimiz bizim namusumuzdur, şerefimizdir.” Bir yüz yıl sonra çıkıp bunlardan bir tekrara girmek; aslında bütün o şiddet tekeline, baskılara, katliamlara, asimilasyona rağmen bir adım ileri gidememektir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün iktidarları bu ırkçı/militer politikaları uyguladılar. Temel hedef; teklikler içine sıkıştırılmış millet, bayrak, vatan, devlet nutukları ile bütün halkların, inançların, kimliklerin, aidiyetlerin betona gömüldüğü ve “Türk, Sünni, erkek”/militer bir yapının oluşmasıydı.
Ancak şimdi kendi cümlelerindeki; “Türkiye’nin beka meselesini kendi akıllarınca dalgaya alanlar inşallah 31 Mart’ta milletimizden yine bir tokat yiyeceklerdir.” Devletin tekelinde bütün şiddet araçları ve de iklimine rağmen olmayan, tutmayan bir şeyler var bu ülkede. Bir türlü “tamam bu defa oldu” cümlesini kuramıyorlar. Ondan dolayı sürekli düşman üretmeye; "Yağmur Oğlum... Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol. Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar, tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar... Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır...” liste uzundur.
Bu listeye Sivas mitinginde domates, patlıcan ve sivri biber de eklendi. Recep Tayyip Erdoğan yaptığı konuşmada “büyük Türkiye atılımları”nı, “terör”e karşı verdikleri kahramanca savaşlarını anlatırken; "Biz bunu yaparken birileri bizi farklı yerlerden vurmaya çalışıyor. Ne diyorlar? ‘Domates, patlıcan, sivri biber’ diyorlar. Düşünün, bir merminin fiyatı nedir?” dedi. Böylesine bir cümle kurabilmek, bunu çok normal ve de olması gereken, söylenmesi gereken en doğal cümle olarak kurmak aklımı zorlamadı dersem doğru söylemiş olmam. Ölmek ve öldürmek üzerine methiyeler ile kurulan bir cumhuriyetin ‘düşünün, bir merminin fiyatı nedir?’ cümlesinde kristalize olmuş hali ile karşı karşıyayız.
Ancak bu coğrafyada başka başka cümleler de kuruldu ve kurulmaya devam ediyor. “İnsan benim için dinsel boyutta kutsal bir yaratık değil, fakat ben insana tanrısal bir yükleme yapmadan her insanın yaşamını en az kendiminki kadar kutsal buluyorum. Bu yüzden de gerekçesi ne olursa olsun öldürmeye yönelik herhangi bir yapı içinde bulunamam.” Bu cümleler Türkiye’de ilk vicdani retçilerden Vedat Zencir’e ait. Devletin üretmek istediği bütün o ırkçı/militer iklime, savaş politikalarına rağmen 1989 tarihinde başlayan vicdani ret mücadelesi karda boy veren çiçekler/kardelen gibi doğmaya, üretmeye, sözünü söylemeye devam etti.
“Oysa ben insanın insan üstündeki egemenliğini, devletleri ve çizdikleri hayali sınırları insanlığın önündeki en büyük engel; orduları ise devletlerin ve sermayenin çıkarlarını zor yoluyla korumak için örgütlenmiş şiddet kurumları olarak görüyorum” diyen Uğur Yorulmaz’dan sonra da vicdani retler devam etti. Son bir hafta içinde Türkiye’de iki insan daha vicdani retlerini açıkladılar. Rahman Topçu; “Savaşı kapitalistler planlar, silah tüccarları organize eder, aptallar başlatır ve MASUM'lar ölür!” diye bitiriyor.
Vicdani retçilerin metinlerini çalışıyorum. Türkiye’deki durmadan düşman üreten, ölmeye ve öldürmeye çağıran egemen siyasete, sadece ve sadece itaat eden bireyler yetiştirmeye çalışan eğitim ve hukuk kurumlarına, kul kültürü üzerinden kendisini var eden sosyal hayatın bütün geriliklerine rağmen birileri hayata, hayatın çokluğuna, yaşama hakkına, anti-militarist hayata dair düşünmeye, üretmeye, sözünü söylemeye devam edecektir. Tüm bu sıkıntılı zaman diliminde ben herkesi Türkiye’de uzun yıllardır bütün baskı ve de şiddete rağmen yaşamın çoklu dilini kuran vicdani ret metinlerini okumaya çağırıyorum.
“Gezegenimiz üzerinde süregelen, cinsiyet ayrımına dayalı, heteroseksist, hiyerarşik, mülkiyetçi, militarist sömürü sistemi tarafından ne kendimin, ne bir başka bireyin, canlı cansız herhangi bir varlığın sömürülmesini, ezilip yok edilmesini istemiyorum.
Tüm ekosistemi tehdit eden bu kanlı sistem tarafından çıkarılan savaşların ne öznesi ne de nesnesi olmak istemiyorum.
Her gün yüzlercesini, binlercesini ürettikleri türlü çeşitli imha silahlarıyla akıtılan kanların, yok edilen yaşamların faillerinden biri olmak istemiyorum.
Sistemin robotlaştırıp, emir-komuta zincirine tabi kılıp, posası kalana kadar kullandığı ve sonra kaldırıp attığı zavallılardan biri olmak istemiyorum.
Bir KADIN olduğum için birilerinin mülkiyetinde olmayı, birilerinin namusu olduğum gibi çarpık bir düşünceyle kapatılmayı, dayak yemeyi, öldürülmeyi istemiyorum.
Sırf KADIN olduğum için boynuma takılan “anne”, “karı”, “evlat” etiketleriyle beni mülkiyetleri altına aldıklarını varsayan birtakım erkekler ve toplum tarafından yönetilip yönlendirilmeyi, güdülmeyi, yaşamımın, kimliğimin, bedenimin üzerinde hiçbir hak ve söz sahibi olamamayı istemiyorum.
Sırf KADIN olduğum için gece sokaklarda yürümemin, yüzümdeki gülümsemenin taciz ve tecavüzle “ödüllendirilmesini” (!) ve bu nedenle cinayete kurban gitmeyi istemiyorum. Aynı şekilde bir eşcinselin, bir transın ve diğer tüm insanların sırf cinsel kimlikleri nedeniyle ezilmesini, sömürülmesini, dayak yiyip öldürülmesini istemiyorum.
Örgütlü/örgütsüz her çeşit şiddeti reddediyorum.
Savaşlarda ölmek, öldürülmek istemiyorum.
Bizden sonra da bu gezegen üzerinde var olacak canlı/cansız yaşamı için bir tehdit unsuru, bir terminatör olmayı reddediyorum.
Ezmeyi, ezilmeyi;
Emir vermeyi, emir almayı;
Öldürmeyi, öldürülmeyi;
Savaşı, askerliği, şiddeti yaşamımızın her alanına nakşeden, MEŞRU kılan militarist anlayışı;
Reddediyorum.” Nazan Askeryan
Bu sözlerin toplamı toplumsal barış manifestosuna dönüşene kadar bu yolculuk devam edecektir.