Bir öğretim gönüllüsü: Kayıhan Güven
Bizlerden biri hayaline kavuşup da geleceğe yelken açınca; Kayıhan Hoca sahile geri yüzer, oradan yeni bir genç bulurdu. Yeni gençler bulur, bu kez onlara eşlik ederdi hayallerine kavuşsunlar diye...
Serdar Erbaş* serdarerbas72@gmail.com
Şu, başrolünde öğretmenlerin olduğu filmlerin bu kadar sevilmesinin nedeni, hepimizin yaşadığı öğrencilik travmaları mı acaba? Okula bir öğretmen gelir ve kokuşmuş sistemin çarkına çomak sokar. Bir öğretmen gelir ve o okuldaki bir avuç çocuğun hayatı güzelleşir.
“Ölü Ozanlar Derneği”nde (1989) John Keating (Robin Williams), “Sevgili Öğretmenim”de (1967) Mark Thackeray (Sidney Poitier), “Özgürlük Yazarları”nda (2007) Erin Gruwell (Hilary Swank), “Koro”da (2004) M.Clement Mathiue (Gérard Jugnot) yapar bunu. Gelirler ve o çocukların hayatlarını değiştirirler.
İşte biz o çocuklardık… Sistem ise malumunuz gibiydi.
Kayıhan Güven de filmlerdeki o öğretmendi. Çıktı, geldi. Geldi ve deniz yıldızları misali bizlerin hayatlarını değiştirdi. Şairin dediği gibi, “bir umuttu, bir misillemeydi yalnızlığa”.
Ben Kayıhan Güven’in filmleri andıran hayatına, 1994-1998 arasında bilfiil öğrencisi, takip eden yıllarda ise naçizane bir öğrenci dostu olarak tanıklık ettim. Yazacaklarım, tanıklığımla sınırlıdır. Yoksa hayata katkısının, anlatacaklarımdan daha fazla, daha anlamlı olduğuna eminim.
ÖĞRETİM 'GÖNÜLLÜSÜ'
Unvan derdi olsaydı şimdiye kadar çoktan alırdı unvanı ve adının önüne “Prof. Dr”. yazarak anardık onu. Oysa bir ara doktora yapmaya niyetlenip -tezini yazdığı halde- vazgeçti bu kararından. Bu yüzden onu kaybettiğimize dair haberlerde “Öğretim Görevlisi” unvanıyla yazıldı adı: “Öğretim Görevlisi Kayıhan Güven yaşamını yitirdi.”
Liyakatin sıkça konuşulduğu, unvanların ve makamların havalarda uçuştuğu; ama kıymetinin kalmadığı şu günlerde, uzaktan uzağa kızacağına emin olsam da, meslek hayatımın ilk gönüllü tashihini yapıp, Öğretim “Gönüllüsü” Kayıhan Güven diye anmak istiyorum kendisini.
Zira gerçek bir öğretim gönüllüsü idi. Yılmadan, usanmadan hep öğretti. Karşısındaki öğrenci hayaline kavuşsun diye, elinden geleni yapar; öğrencinin artık piştiğine ikna olunca kendisi için aramayacağı insanları arar, ona referans olur, akıl verir, yol yöntem gösterirdi. Bizlerden biri hayaline kavuşup da geleceğe yelken açınca; Kayıhan Hoca sahile geri yüzer, oradan yeni bir genç bulurdu. Yeni gençler bulur, bu kez onlara eşlik ederdi hayallerine kavuşsunlar diye...
ALMAN EKOLÜNÜN ETKİSİ
İstanbul Erkek Lisesi’nde geçen yıllarına sık sık dem vurur; bu yılların kendisini Alman edebiyatıyla tanıştırmasını büyük bir şans olarak nitelerdi. Goethe ama özellikle Bertolt Brecht ön sıralardaydı bu kazanımda. Yanından eksik etmediği omuz çantasında her zaman birkaç dergi, iki üç kitap taşır, bunlardan bir kısmı da mutlaka Almanca yayınlar olurdu. Yeri geldiğinde okuduklarından alıntılar yapar, öğrencilerine aktarmaya çalışırdı terkisindekileri. Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi kitabını hatırlatmayı severdi mesela. “Çok seven, sevdiği için vazgeçmesini de bilmeli.” Bugün tezlerde bile tırnak işareti konulması önemsenmezken, o her sohbetini kaynaklara dayandırır, nerede okuduğunu, kimden duyduğunu aktarırdı. Akademisyen titizliği, dürüstlüğü ve ciddiyeti artık karakterinin bir parçasına dönüşmüştü. Bu tavır, meraklı öğrencileri için de büyük fırsattı aslında; sanki hepsini okuyabilecekmişiz gibi, not alır dururduk kaynakların isimlerini.
İstanbul Erkek Lisesi’nin ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olan Kayıhan Hoca’nın, bir süre yaptığı askeri hâkimlik dönemine dair anılarını aktarırken, yaşadığı yabancılık hissine gönderme yaptığını anımsıyorum. 1982'de hukuk felsefesi ve sosyolojisi alanında yüksek lisans da yapmasına rağmen, 80’li yıllarda çok sevdiği arkadaşı Necati Güngör vasıtasıyla Cumhuriyet gazetesinde gazetecilik yapmaya başladı. 90’lara uzanan bu yolculukta, birlikte Anadolu’yu gezdiler. Ders aralarımız, bu haber gezilerinin hatıralarıyla süslendi yıllarca. Derken hukuk dünyasından ayrılıp, 1987’de İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu'nda araştırma görevlisi olarak akademisyenliğe başladı. Ben ve arkadaşlarım, kendisiyle 1994’te Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde tanıştık.
Nişantaşı’nda, (şu sıralar mahalle sakinlerinin yoğun itirazına rağmen otel, AVM benzeri inşaat başlayan) adı kampus olmakla birlikte orta boy bir liseyi andıran iletişim fakültesinde. Çoğumuz için pek de hayal ettiğimiz gibi bir ortama sahip değildi okul. Ne İstanbul Üniversitesi gibi tarihi ve ihtişamlı bir yapı vardı ortada, ne stüdyolar, bilgisayar odaları ne de (401 hariç) amfiler… Sıra sıra basamaklarına oturduğumuz bir merdiven, çay sigara içtiğimiz bir kantin ve hemen yanımızdaki Diş Hekimliği Fakültesi’nin bize hiç benzemeyen, beyaz önlüklü, çalışkan ve apolitik (kızmasınlar sakın) öğrencileri.
İşte Kayıhan Hoca, böyle bir ortamda film sahnesine giren o öğretmen gibi ortaya çıktı ve MİHA’yı kurdu: Marmara İletişim Haber Ajansı! Haber yazımı konusunu anlatan Atilla Girgin buram buram Anadolu Ajansı kokarken, Kayıhan Hoca’nın başka bir kokusu vardı. Yaşar Kemal kokuyordu… Fikret Otyam, Orhan Kemal, Sait Faik kokuyordu.
Nasıl oldu hatırlamıyorum; Atilla Girgin ajans çalışmalarından ayrıldı ve tamamen Kayıhan Hoca’nın gölgesine sığındık. Daha önce yaptığı ve daha sonra tekrarlayacağı gibi müthiş bir organizasyon kurdu barakadan bozma ajans odamızda. İdari işlerden sorumlu arkadaşımız, bölümlerine göre sorumluluk üstlenmiş editörlerimiz, foto muhabirlerimiz vardı. Yazıyı yazan muhabir, yazısını önce iki editöre okutuyor, yazıyı son olarak da Kayıhan Hoca kontrol ediyordu. Her gün yazı işleri toplantısı yapılıyor, her gün nöbetçi muhabir görevlendiriliyor ve yaz tatili dahil ajans çalışmaları devam ediyordu.
Her şeyden önce röportaj ne demek “değil” onu anlatmıştı. Sonra, yaygın ve yanlış kullanımından farklı olarak, röportajın ne olduğunu bu işin ustalarını okuta okuta sindirmişti bize. Güne Yaşar Kemal’i okumadan başlamak yasaktı. Yazınıza başlamadan tekrar okumalıydınız. İlk sözcüğü neymiş, ilk paragrafı neymiş dikkat etmeliydiniz. Hatta ilk dönemlerde “Evet, taklit edin edebiliyorsanız” diye izin de vermişti vermesine ama koca Yaşar Kemal’i taklit etmek bile ne mümkün? Elbette içimizden bir Yaşar Kemal çıkmadı bu yolculukta; ama bir baktık ki Türkçeyi sevmişiz delice. Bakmayı ve baktığımızı anlatmayı -becerebildiğimiz ölçüde- öğrenmişiz. Ne zamanki yazımızı okurken yüzünde o gülümsemeyi gördük, en büyük ödül oldu bizler için.
Ustaları okurken, bir yandan da Ara Güler başta olmak üzere fotoğraf ustalarıyla yaşar olmuştuk. Duvarlarımızda fotoğrafları, raflarımızda kitapları eksik olmuyordu. Sonra konuklarımız gelmeye başladı bir bir. Meslek yaşamının tümünde olduğu gibi tüm tanışıklıklarını, dostları üzerindeki tüm hatırını öğrencileri için kullandı. Bir bakıyorsunuz koca Ara Güler gelmiş… O gelmediyse, öğrencilerini toplamış Ara Usta’yı ziyarete götürmüş. Ertesi hafta kapıdan Coşkun Aral, onun peşi sıra Ali Öz girmiş. Söyleşiler birbirini takip ederken o günün genç fotoğrafçıları Muammer Yanmaz, Yücel Tunca ders vermeye başlamış…
Öte yanda Necati Güngör, Kamil Masaracı, İpek Çalışlar, Mehmet Sucu, Kerem Çalışkan, Semih Poroy, O. Cem Çetin, Ender Merter ve daha pek çokları MİHA’nın konuk gediklileri olmuşlar. Evet öğrencileri henüz iletişim dünyasına girememiş; ama Kayıhan Hoca iletişim dünyasını o barakadan ajans odasına doldurmuştu…
Elbette bu saygın isimler yoldan geçerken uğramamıştı MİHA’ya. Elbette hiçbir kişisel çıkarları da yoktu bu mesaileri harcarken. Tümü, Kayıhan Güven’in yıllar içinde biriktirdiği dostlukların ve hem akademisyen hem fotoğraf zanaatkarı (kendi ifadesi) olarak kendisine duyulan saygı ve güvenin tezahürüydü. Bizler de sebeplenmiştik bu bereketli ağacın meyvelerinden. Tıpkı, bizden sonra sebeplenecek kuşak kuşak diğer genç öğrenciler gibi.
Hem tüm bu çalışmalar da boşuna değildi. Cumhuriyet Dergi başta olmak üzere pek çok yayınla bağlantı kurmuş ve genç muhabirlerinin yazılarının yayınlanmasını sağlamıştı. Bizler ve umuyorum onun için de en büyük gurur neydi biliyor musunuz? Gönderdiğimiz yazılar, tüm gazete ve dergilerde noktasına virgülüne dokunulmadan yayımlanıyordu. Cumhuriyet Dergi gibi dönemin anlatım ve imla kaygısı en üst düzeyde olan yayınında bile! Takip eden yıllarda, yeni kuşaklarla birlikte de devam etti bu mükemmeliyetçilik.
O günlerde MİHA’da da sonra görev yaptığı Aydın Üniversitesi’nde kurduğu AÜ Haber Ajansı’nda (İAHA) da hep röportajın ne olduğunu öğreterek başladı işe. Röportaj, okuyanı oradaymış gibi hissettirmeli, bir anlamda okuyanı kışkırtmalıydı. Betimlemelerle bir nevi fotoğraf çekmekti. Haberdi ama bir anlamda da edebi bir eserdi. Tanıklık olmadan yazılamayan bir yazı türüydü. Masa başında yazılamazdı. O yüzden sokağa çıkmak, haberin içine girmek zorunluydu! İşte buradan hareketle hem öğrencilerini hep sokağa yolladı hem de her fırsatta onlarla birlikte küçük büyük geziler yaptı. Adalar içinde en sevdiği Burgazada, gezilerin hep ilk adresi oldu. Balat’tan Galata’ya, Üsküdar’dan Kuzguncuk’a, Rumeli Hisarı’ndan Anadolu Hisarı’na İstanbul’u adım adım gezdi, gezdirdi; gezip gezdirirken yılmadan anlattı, öğretti. İstanbul dar geldi, öğrencilerini vagonlara doldurdu Kars’a götürdü. Yetmedi “Kars’ı asıl kış mevsiminde görmeli” deyip, kışın ortasında pusulayı yeniden Kars’a çevirdi.
Küçük büyük her gezinin yazısı yazıldı. Kimi gazete dergilerde yayımlandı, kimileri derlenip kitap oldu. Çekilen fotoğraflardan türlü yerlerde sergiler açıldı. Bu, 1994’ten itibaren, hiç durmadan tekrarlandı durdu. Kendi hikayesine yelken açanlar kumsaldan uzaklaşırken, o bir eliyle gidenin ardından el salladı, diğer elini yeni gelen öğrencilere uzattı. Ne inanılmaz bir enerji, inanç, sevgi ve yüce gönüllülük varmış ki aynı günü tekrar tekrar yaşamaktan bir kere olsun şikayet etmedi.
Yüce gönüllülükten bahis açılmışken, gencecik öğrencisinden iş arkadaşlarına yıllar yılı hediye ettiği fotoğraflardan bahsetmeden geçmek olmaz. İlk fotoğraf makinesini, henüz 12 yaşındayken babasının hediye ettiğini gülümseyerek anlatırdı. Rus menşeli bu fotoğraf makinesiyle ailesinin, sınıf arkadaşlarının fotoğraflarını çekip, bastırıp, onlara hediye ederek geçmişti gençliği. Yıllar sonra Leica’ya -kendi ifadesiyle- ulaştı. Leica’sı hep boynundaydı. Ara Güler ve Henri Cartier Bresson’la aynı makineyi kullanmaktan ötürü övünürdü satır aralarında. İşte o meşhur Leica’sıyla çevresindeki herkesin portrelerini çekti olağanüstü bir tevazuyla. Bu portreleri ve gezilerde çektiği kendi fotoğraflarını bastırdı ve küçücük notlar eşliğinde hediye etti herkese. Yönettiği ajansların duvarlarına astı. Sanki o fotoğrafları paylaştıkça yeni fotoğrafların, güzel ışıkların, benzersiz kompozisyonların önü açılıyordu... Budandıkça büyüyen, çiçeklenen bir ağaç gibi yaşamının sonuna kadar üretti Kayıhan Güven.
İşte bu şahane adam; Öğretim Gönüllüsü, röportaj yazarı, fotoğraf zanaatkarı Kayıhan Güven yaşamını yitirdi. Mesleğimizin yaşadığı müthiş erozyon ortamında, onun gidişi daha da can acıtıyor. Gelecek kuşakların Kayıhan Güven’den mahrum kalması ne büyük talihsizlik.
Umuyorum çok sevdiği Yaşar Kemal başta olmak üzere, o çok özlediği dost meclislerine kavuşmuş ve Leica’sı boynunda fotoğraf kovalıyordur.
Tüm öğrencileriniz adına, anınız önünde saygıyla eğiliyorum Kayıhan Hocam.
Sizi hiç unutmayacağız.
* Gazeteci