Bir ömür tiyatro, direnç, tutarlılık… ve içten bir teşekkür…
Ayşegül Yüksel, konuyu on üç bölümde ele almış. Kitap boyunca, anlattığı dönemlere ilişkin siyasi atmosferi Erkal’ın politik tiyatrosunun gelişimi içinde yansıtıyor. Türkiye’de ‘politik tiyatro’ denildiğinde akla gelecek birkaç önemli isimden biri Genco Erkal. Hele ki bizimki gibi bir memlekette 1960’lardan bugüne tiyatro yapmak ve üstelik politik olanını, zaten başlı başına hayranlık duyulacak bir şey.
Şaka maka geçiyor ömür, sona yaklaşıyoruz! İnsan kendisine yakıştıramıyor tabii ama bir bu kadar daha yaşamayacağımı biliyorum ve bu satırı, ‘bir bu kadar ne yaşadım?’ sorusuyla birlikte düşünüyorum. Ardından, bu yaşa ulaşma şansı bulamayanları. Örneğin daha iki hafta önce yaşamlarını yitiren asker çocuklar… Nasıl hızla unutulabildiklerini, konunun nasıl da ‘kapıda bekletilen devletin’ âli menfaatine gelip dayandığını, o bekleyişin yeniden ve yeniden bir mizah konusu oluverdiğini… O çocukların gönderildiği sıvasız evleri, bana çocukluğumu hatırlatan ve her seferinde nasıl sevdiğimi bir kez daha fark ettiğim sıvasız duvarları, küçük yoksul bahçeleri…
Yarım yüzyıl, beden ve akıl sağlığını koruyarak, hiç olmazsa koruduğunu zannederek yaşayabilmek Türkiye’de gibi bir yerde, başlı başına mutluluk kaynağı aslında. Şükretmek gerek.
Pek çok açıdan şanslı biri sayılırım. Ya da kendisini pek çok açıdan şanslı sayan, hayli enayi biri; ihtimaldir! Şurada doğsaydım, bunların ailesinden olsaydım, şuna benzeseydim gibi tuhaf heveslerim hiç olmadı. Eğer çok daha vahim koşullarda olsam da böyle mi hissederdim, bilmiyorum doğrusu. Yine de ‘özenmek,’ yorucu geliyor. Bunun yerine, verili koşullar içinde neye sahip olduğum ya da olabileceğim ile ilgiliyim daha çok. Göreli yoksul ve hayli muhafazakâr dünyada yetişmiş olmak pek matah bir durum sayılmaz, ama örneğin okumuş ablaların varlığı büyük şanstı benim açımdan. Orada, yalnızca onlar beni sinema ve tiyatroya götürebilirlerdi. Taksim’e, Osmanbey’e, Muhsin Ertuğrul salonuna… İstanbul’da yaşayıp buralara gitmeyen çoluk çocuk çoktu. Şimdi ulaşım gelişti tabii ama muhtemelen gezip görmeyenlerin sayısı yine fazladır.
Bir de TV etkisi söz konusu tabii. ‘Kamucu’ yılların tek kanallı TRT’si, şimdiki ‘ulusal kanalların’ toplamından daha nitelikli yayın yapıyordu bana kalırsa. Ne kadar çok sinema ve tiyatro klasiği seyrettik o yıllarda. Müthiş bir fırsattı, özellikle kenar mahalleli için. Sonra Mülkiye. Dil kursu için Londra. Lokanta, sokak, müze, tiyatro… Türkiye’de asistanlık, akademi. Olabilecek en şanslı akademik yaşam başlangıcı. Artık nesli tükenmek üzere olan ‘hoca gibi hocaların’ kürsüsünde. O insanları ve akademi anlayışlarını, bugünün yeni başlayanlarına anlatması çok güç. Her biri şans oldu yaşamımda.
Başka ne var, diye düşündüğümde herhalde sinema ve mutlaka tiyatro…
Çocuk aklımla etkilendiğim tiyatroya, yetişkinliğimde de sadık kaldım. O koltuğa oturmak, sahnenin kararması, dekor, oyuncular, yetenekli insanlar, her zaman mest etti beni. Bu nedenle çok kötü oyunlara dahi ‘çok kötü’ diyemedim hiçbir zaman! Ezcümle, tiyatro seyirciliği, başıma gelen çok iyi şeylerden biri oldu.
Hiç öyle boş ‘geçmişe özlem’ cümleleri kuracak değilim; ancak önceki kuşakların, artık nadir görülen bazı çok olumlu yanları vardı. Onların son zamanlarına, yeni kuşakların doğum aşamasına yetişmiş biri olmak da şans bir bakıma. Muhtemelen Cumhuriyet kuşağı olmaktan ve o kuşaktan birileri tarafından yetiştirilmekten kaynaklanan bir farkları var. Yokluğu görmüş, varlığın kıymetini bilen, işini ciddiye alan, daha kamucu, daha toplumcu, nitelikli, çalışkan ve dirençli insanlar. Sanırım bir ‘borç’ duygusuyla yaşıyorlar, yaşadılar. Söz konusu duygu kolaya kaçmalarına izin vermemiş olabilir. Bu hayatta ve memlekette durdukları yer daha sağlam. Bana öyle geliyor. Devrin ve o devrin koşullarının bir sonucudur tabii, ama demek ki o sonuçta bir kalıcılık var.
Bu duygu ve düşüncelerle Genco Erkal’ı seyrederken, Ayşegül Yüksel’in satırlarını okurken, kaçınılmaz biçimde bizim hoca ve ana baba kuşağıyla ilişki kurdum. Çok benzer yanları var ve üstelik bu benzerlikleri, çok okumuşla hiç okumamış arasında bağ oluşturabilen türden. Bunları fark etmek beni heyecanlandırıyor. Ayşegül Yüksel’in kaleme aldığı ve Kırmızı Kedi’den çıkan “Genco Erkal’ın Dostlar Tiyatrosu Serüveni, Güneşin Sofrasında” kitabını okurken her sayfasında heyecan duymamın bir nedeni de bu olabilir.
Genco Erkal, Kenterler, Sururi-Cezzar, Münir Özkul-Ferhan Şensoy-Erol Günaydın, Devekuşu Kabare, İsmet Ay, Suna Pekuysal, Zihni Göktay, Şevket Altuğ, Özcan Ailesi, Dormen, Poyrazoğlu, Günşiray, Tuncel Kurtiz, Tilbe Saran ve Bilginer ve daha niceleriyle aynı dönemde yaşamak, onları sahnede seyredebilmek büyük şans. Yaşamdaki hediyelerden.
Ayşegül Yüksel ve rahmetli Sevda Şener’in tiyatro eleştirilerini okumak benim açımdan her zaman öğretici oldu. Ayşegül Yüksel, Dostlar Tiyatrosu’nun tiyatro macerasına (kurulduğu yıl yurt dışında olduğundan ilk oyunları hakkında bir fikri olmasa da) başından sonuna tanık olan bir akademisyen. Tabii bu nitelik, çalışmasını daha da çekici hale getiriyor; çünkü anlatılan, dört başı mamur bir tanıklık.
Ayşegül Yüksel, konuyu on üç bölümde ele almış. Kitap boyunca, anlattığı dönemlere ilişkin siyasi atmosferi Erkal’ın politik tiyatrosunun gelişimi içinde yansıtıyor. Türkiye’de ‘politik tiyatro’ denildiğinde akla gelecek birkaç önemli isimden biri Genco Erkal. Hele ki bizimki gibi bir memlekette 1960’lardan bugüne tiyatro yapmak ve üstelik politik olanını, zaten başlı başına hayranlık duyulacak bir şey.
Sayfalarını çevirirken yalnızca heyecan vermiyor çalışma; aynı zamanda söz konusu dirence ve tiyatro inadına şaşıyorsunuz. Daha doğrusu, şaşırabilirdim ama şaşırmadım! İşte yukarıdaki ‘kuşak’ gevezeliğimin nedenine geldim şimdi. Bu bir ‘dönem’ özelliği hakikaten. Yaptığı işin değerine, kamusal yararına inanmak ve her koşulda sürdürmek için bitip tükenmez emek harcamak. Sonuç? Yazar’ın sözcükleriyle: “… tiyatro dünyamıza aktör olarak giren… altmış yılın sonunda tiyatronun her alanında uzmanlaşmış bir tiyatro insanı ve toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan bir aydın sanatçı…”
İlk profesyonel oyunculuğu (Robert Kolej, Galatasaray ve Genç Oyuncular deneyimleri bir yana) Kenterler’de. “Salıncakta İki Kişi” ve “Çöl Faresi.” Yıl 1959. Ardından Sururi-Cezzar tiyatrosuna katılıyor ve 1963’te “Aslan Asker Şvayk” ile yıldızlaşıyor: “Müsaadenizle arz edeyim, efendim.” Arka arkaya geliyor büyük reji ve oyunculuklar. “Keşanlı Ali Destanı” ve “Bir Delinin Hatıra Defteri.” Erkal yıllar sonra oynadığında seyredebildim tabii, Bir Delinin Hatıra Defteri’ni. Keşanlı Ali Destanı’nı ise yine yıllar sonra, 80’lerde Sururi ve Cezzar’dan seyrettim, nasıl güzel bir oyundu. 1960’lar Erkal’ın adının giderek daha çok duyulduğu, salon önlerinde kuyrukların oluştuğu yıllar. İlk Ionesco, avant-garde (öncü) denemeler, Asaf Çiyiltepe’nin çok önemli oyunlar sahnelediği Arena Tiyatrosu dönemi, Brecht ve Piscator’un tanıtılmasındaki emeği, ilk epik müzikalimiz olan Keşanlı Ali Destanı’nın 1964’teki dünya prömiyerinin yönetmenliği, askerlik döneminin AST deneyimi ve o AST’ta sahnelenen ilk ‘tek kişilik’ oyun, Bir Delinin Hatıra Defteri…
Yukarıdaki paragrafı okurken yoruldunuz muhtemelen. Fakat Genco Erkal yorulmuyor sanki! Henüz başlangıç yılları bunlar. Tabii 1960’ların her şeye rağmen özgürleştirici etkisi ve canlı sol düşünce hayatının katkısı yadsınamaz bu yılların oyun tercihlerinde ve tiyatro anlayışında. Dostlar Tiyatrosu’nun kuruluş yılı 1969. Dostlar’da ‘herkesin aynı ücreti aldığı’ yıllarmış bunlar! Şimdi ne garip görünüyor değil mi? E dedim ya, 12 Eylül öncesi Türkiyesi; henüz “Benim memurum işini bilir” diyecek siyasetçilerin meydana çıkmadığı, birileri ‘eşitlik’ dediğinde yadırganmayan yıllar.
Kuruluşun ardından geçen on yılda, ortakların her biri teker teker ayrılıyor ve ‘kadrolu’ tiyatrodan, ‘prodüksiyon’ tiyatrosuna geçiliyor, mecburen. Artık tiyatroyu ‘tek başına’ çevirmek zorunda kalacak bir Genco Erkal var sahnede.
Bütün kitabı anlatacak değilim tabii. Alıp okumanızı hararetle öneriyorum.
Bir kuşak. Genco Erkal, Ayşegül Yüksel ve kitapta adı geçen, yaşayan ya da göçüp gitmiş isimler. Okuması bir yandan büyük mutluluk veriyor, diğer yandan hüzün. Bazı insanların, kurumların karşılığı yok. Olması şart mı ya da böyle bir şey mümkün mü, bilemiyorum. Değil herhalde. Yine de işini böylesine aşkla ve ciddiyetle yapan, bir siyasi ve ahlaki duruşu olan, her gün fikir değiştirip kendini ve sevenlerini mahcup etmeyen, ‘emek’ kavramı ile özdeşleşmiş insanların varlığından haberdar olmak; onlarla aynı zamanı paylaşmak, güzel bir duygu.
Kendimi, diğerlerini ve tabii Genco Erkal gibi bir tiyatro insanını sahnede görebildiğim, aynı yıllarda yaşayabildiğim için şanslı hissediyorum. Ne büyük bir iş yapıyorlar, isimlerini hiç bilmedikleri binlerce insanın yaşamını değiştirirken, onlara yeni ve sürpriz kapılar aralarken. Genco Erkal’a ve onun macerasını anlatan Ayşegül Yüksel’e, bir yurttaş olarak teşekkür borçluyum. Var olsunlar…