Rejimin bir tür propaganda bakanlığı olarak çalışan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın hazırladığı ve geçtiğimiz günlerde dolaşıma giren “Kızılelma” temalı video, rejimin halet-i ruhiyesini bir otoportre gibi yansıtıyor. Alpaslan’ı, Osman Gazi’yi, Fatih Sultan Mehmet’i, Çanakkale gazilerini canlandıran oyuncularla, alaca karanlıkta görünen mavi bereli komandolar, tam teçhizatlı kara birlikleri, savaş gemileri ve uçakları, motorlu yunus polisleri, Ayasofya, çeşitli denizlerde bir dış siyaset enstrümanı olarak bulunan sondaj gemileri ve bu gemileri limandan uğurlayan Erdoğan bir geçit töreni gibi akıyor filmde. Videonun en “yükseldiği” nokta, Fatih’in meydan okuyan bir tavırla Ayasofya’ya yürüdüğünü gösteren kurguyla başlıyor. Saray avlusunda Cumhurbaşkanlığı Muhafızlarının önündeki turkuaz protokol halısında yürüyen Erdoğan görüntüleri bunun hemen ardından geliyor. Ayasofya’ya yürüyen Fatih’le saray avlusunda yürüyen Erdoğan arasında bir özdeşliğe işaret eden ilk görüntü bu… (Filmin devamında ikisini aynı karatta görmemizi telkin eden başka senaryo numaraları, ürün yerleştirmeleri de var.) Bu ana kadar arkada çalan ve 90’lı yıllar İslamcı kaset neşidleriyle mehterin bir melezi olan propaganda marşı da sona eriyor ve def ile ney’in dinsel bir esrime saçan sesleri giriyor. Sonraki sahnede Fatih’i canlandıran oyuncu, sağ eliyle Ayasoyfa kapılarını açarken, fonda Erdoğan ajitatif bir sesle Fetih Suresinin ilk ayetlerini okumaya başlıyor: “İnna fetahna…” Bu esnada Fatih’in yanında Alpaslan, Osman Gazi, artık dönemine göre şeyhülislam ya da diyanet işleri başkanını temsil eden bir beyaz kavuklu ile Çanakkale şehitlerini temsil eden bir ‘çocuk asker’ sıralanmış. Ayasofya koridoruna sığmadıklarından olsa gerek, çocuk asker bir adım geride. Bunların hemen ardında da 15 Temmuz’u simgeleyen dört ‘modern’ figür yürüyor: Biri bordo bereli asker, kalan üçü, tornadan çıkmış gibi kravatsız, yaka düğmesi açık beyaz gömlekle koyu renk pantolon, bir tür ‘güncel İslamcı esvabı’ kuşanmış üç sivil… Kavuklu âlim, Diyanet Başkanı’nın kılıçla çıktığı minbere çıkıyor ve hepsi birden ellerini açarak duaya başlıyorlar. Bu kez minberde görünmüyor kılıç; Alpaslan, Osman ve Mehmet’in belinde duruyor. Çocuk askerin omzunda da neredeyse boyu kadar gelen bir süngülü tüfek var. Ayasofya’daki bu dinsel tören ana akışın son sahnesi. Sonra film, bir tür kapanış jeneriği gibi ortaya çıkan Mescid-i Aksa görüntüleriyle sona eriyor…
Bu film, bugünkü rejimin, tarihe ve günümüze bakışına, içinde bulunduğu ve davranışlarını yönlendiren ideolojik, kültürel ve ruhani çerçeveye dair bir ‘otoportre’ gibi okunabilir. Şimdilerde AKP-MHP koalisyonunda vücut bulan Türk-İslamcı, milliyetçi-dinci blok için, bu filmden neşredilen simgeler birer taşıyıcı kolondur. Bu açıdan hem film hem de onda bir özete dönüşen ideolojik-kültürel çerçeve, sadece ‘açmazlar’ nedeniyle sığınılmış bir demagoji değildir; bu demagoji yapısaldır. Zaten her zuhur ettiğinde bir açmazın, sıkışmışlığın sırtında görünen “Kızılelma” vaadi, 2020 Türkiyesi koşullarında, dinsel yanı daha ağır basan bir terkiple sahnelenmiştir. Filmde ayrıca, Türkiye’de siyasal iktidara ve bürokrasinin önemli bir bölümüne sirayet etmiş olan, Erdoğan’ı seçilmiş bir liderden daha çok bir hükümdar gibi görme eğilimi de açıkça vücut bulmuştur. Erdoğan birden fazla sahnede Alpaslan, Osman ve Fatih ile eş düzeyde bir ata olarak resmedilmiştir. Ve “Kızılelma” filminde, Mustafa Kemal ya da cumhuriyetin öteki kurucularına yer verilmemiştir. Çok uzun zamandır her ‘milli beka’ meselesine gözü kapalı koşan muhalefet için bir anlam taşıyor mu bilinmez; ama bu durum, Türkiye’de devlete hâkim yeni resmi ideoloji odakları açısından yeni bir tarihsel anlatı, dolayısıyla da yeni bir güncel doktrin kurulduğunun açık işaretidir. Cumhuriyetin dış politika doktrininin dışında; gücünden ve nesnel koşullardan bağımsız şekilde fetihçi, yayılmacı, cüretkâr ve maceracı bir doktrinin ‘yeniden’ devlete hâkim olduğu görülmektedir. Burada sadece tabana gaz verme müsameresi görmek yetersiz kalacaktır. Bu film, Türkiye’nin yakın dönem sıcak gündemiyle birlikte, yine felaketlerle, yıkımla sona erebilecek bir hezeyanın yeniden doğuşunu kayda geçmiştir. Şimdi bu kaydı, ajitasyon filminden alıp güncel duruma uygulayalım...
* * *
Türkiye’nin gündemi yaz aylarından beri, ‘tarihi’ meselelerle kaplı. Baştan beri AKP’nin de, bir dönem kanlı bıçaklı olup şimdi bağlaşık hale geldiği bazı güçlerin ülküsünün de haiz olduğu tarihsel ihtiraslar, somut olaylara dönüşerek siyasal gündemi işgal ediyor. Öncesi bir yana, Ayasofya Müzesi’nin camiye çevrilmesiyle başlayan yeni bir süreç olduğu söylenebilir... Ayasofya hadisesi, ülkedeki asıl meselelerin hamasetle geriye itilmesinin yanında, rejimin, kendi ‘anaakım muhafeleti’ni de hem test edip hem de ‘yola soktuğu’ bir tür açılış hamlesi gibiydi. Koşarak ‘Ayasofya cami olsun dilekçesi’ vereninden ancak Sultanahmet önlerine serebilse de seccadesini kapıp seğirtenine, ‘muhalefet’in tüm namlıları da muktedirin yüzünü güldürdü bu ‘açılış’ta. Orada çekilen çizgi, ihtiyaca bağlı olarak değişecek şekilde, Osmanlı’nın çeşitli dönemlerine ait meselelerin, bugünün meselesi gibi gündeme getirilebileceği ve böylelikle modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisini tanımladığı, çerçevelediği doktrinin dışında davranılabileceği yönünde bir vize sınaması anlamına geliyordu. ‘Cumhuriyet partisi’nin ve bir takım kalpaklı ya da börklü milliyetçilerin “elbette!” nidalarıyla verdiği vizeye, yalnızca HDP ve sosyalistlerin usulden itiraz edebildiği de not edilmeli. Ayasofya hadisesi bu yönüyle kronik bir ‘Yenikapı’ hadisesidir: Yenikapı 2016 sonrasının olağanüstü yönetimine –en azından başlangıçta– nasıl bir ulusal mutabakat kisvesi giydirdiyse, Ayasofya da 2020 yazında başlayan yeni olağanüstülüğün iftar topu olmuştur.
Ayasofya müsameresiyle açılan perde, ‘Doğu Akdeniz gerilimi’ olarak özetlenen süreçte daha somut araçlar ve amaçlarla sürüyor, içeride ve dışarıda… İktidara daha önce 2015 seçimleri ve 2017 referandumunda norm dışı davranma imtiyazı tanıyan anaakım muhalefet, bir kez daha bu imtiyazı tanımaktadır. Karadeniz’de gaz bulma ‘müjdesi’nden, Ege sularındaki Yunanistan gerilimine dek başlıca tüm konularda iktidar; müstakbel haleflerini, “siyaset değil vatan-millet meselesi” etrafında hizalamayı –şimdilik– başarmış görünüyor. Bu hizalanma, ‘müstakbel halef’ açısından rejime alternatif olmanın ‘güvenli’ bir yolu olarak görülüyor belki… Ancak rejim, ‘muhalifleri’nin söylem ve propaganda cambazlığı gördüğü yerde, kendi tabiatının ve anlık çıkışsızlığının maceracı tünellerini kazarak ülkenin altını oyuyorsa, “bırakalım, sularına gidelim, zaten düşecekler” stratejisi, kendi akıbetini de mayınlayan bir yanılgıya dönüşüyor olmalı.
Ekonomik olarak artık kronikleşmiş bir büyük kriz içinde olan, bu konuda gerçekçi bir çözüm üretme kapasitesi bulunmadığı görülen rejim, kendisi için ölüm kalım meselesini tüm ülke için ölüm kalım meselesine çevirmeye çabalıyor. Bu çaba, tarihi düşman Yunanistan’la yaşanan ve sıcak çatışmaya dönüşmesi an meselesi olarak görünmesi sağlanan bir gerilimin, ülkenin ufkuna asılmasıdır. Rejim, kendisi için gitgide daralan bir çemberin içinde, manevra –hatta belki de sadece nefes alma– alanını genişletmeye çalışırken, tüm ülkeyi bir sıcak çatışma ihtimalinin alevleri arasında tutmayı da kendine hak görmektedir.
Yunanistan gerilimi ile yapılandırılmış ‘yeşile çalan Kızılelma’ doktrini; ekonomik kriz, temerküz kampı noktasına gelen emek rejimi, Covid-19 salgını ve her gün yeni felaketlerle boy gösteren doğa talanı gibi faktörlerin yarattığı tablo karşısında zaman kazandırıcı bir geçici işlev görüyordur belki. Ancak uluslararası açıdan aynı elverişli sonuçları üreteceğini söylemek o kadar kolay mı? Trump iktidarının süreceği temennisinden Almanya-Fransa rekabetinden medet ummaya uzanan bir hatta dizilen beklentiler, tüm ülkeyi ateşe atabilecek bir risk yatırımına dönüşüyor. Ve anlaşılıyor ki Türkiye’yi yönetenler, “sonuçları ne olursa olsun” bu riski almayı, kendi çıkarlarının zorunlu bir sonucu olarak göze alıyor. Yakın tarih, kendi ikballeriyle maceraperest hayallerini ülkenin kaderi haline getiren ‘vatanperverler’ ve onların yarattığı yıkımlarla dolu… 1915’te Çanakkale’de çocuk askerler ölürken, İstanbul’daki Kızılelma’cı savaş baronları Viyana şekerlerini, Alman postallarını karaborsada satarak servet büyütüyor; çoktan yitirilmiş savaştan bir ‘Turan’ ülküsü uydurmaya çalışıyordu. Bugün mesele bu baronlara; savaş isteyen, çıkarını savaşta –ve gerektiğinde çocuk askerlerin ölümünde– gören sermaye ve bürokrasiye şimdiden itiraz edebilecek bir direnç oluşturmakta sanki.