Bir ruhsal imtihan olarak pandemi süreci

Karantina ve sosyal mesafelenme kararlarıyla birlikte çok sayıda insan bir süredir yapmayı arzu edip yapamadıklarına yöneldi. Bütün bu uğraşlar ertelenmiş planların gerçekleştirilmesi bağlamında çok anlamlıydı ancak esasında insanlar bu faaliyetleriyle her zamanki hızlı koşturmacalarını, sabah sekiz akşam altı temposundaki hareket etme halini bu pandemi sürecinin yarattığı zaman olanağını her an kaçıracak olma kaygısıyla sürdürdüler.

Abone ol

Burcu Kıvrak Güçer*

Dokuz aylık pandemi sürecinde yakınlarımda virüs bulaşanlar, virüse maruz kalıp tedirginlikle test sonuçlarını bekleyenler, kaygılı tüm bekleyişler, evden çalışanlar, sokağa çıkmak zorunda bırakılanlar ve sıralasam nerede sonlanacağını bilmediğim sürece dair bir dizi insan hikâyeleri ile aylardır kafamda dolanıp duran sorular bu metnin çıkmasına ön ayak oldu. Sürecin Çin’de başlayıp bizim yayın organlarımıza düşmesi ile başlayan ve şimdilerde ikinci bir krize dönüştüğü bu topraklarda toplumsal ve bireysel deneyimlerimizin mesleki olarak değdiği noktaları, bireylerin içine düştükleri çaresizlikleri, birbirlerine ve hatta bazen kendilerine dönük suçlayıcılıkları, birbirlerini belki de en affedebilecek dönemlerden geçtikleri ve ruh sağlığı alanına bundan sonra olabilecek olası etkilerini yazmak, yazarken daha da düşünmek ve paylaşmak isteği temel motivasyonum oldu. Dolayısıyla birazdan okuyacaklarınız paylaşmanın, birbirine ulaşıp danışabilmenin kıymetini gayet iyi anladığımız bir dönemin bilinciyle kaleme alınmıştır.

DIŞSAL TEHDİTE KARŞI ALINAN İLK POZİSYON

İnsan zihni ister bir toplumsal felaket isterse bir sağlık sorunu gibi hayatına ansızın giriveren tehdit unsurları karşısında, öncelikle gerçeği inkâr ederek ve yok sayarak kendisini koruyor. Bu sürecin en başında pek çok kişi de benzer bir kendini koruma motivasyonuyla Çin’den gelen Covid-19 haberlerine karşı kayıtsız kaldı, dünyanın bir bölgesinde gerçekleşmiş münferit bir olay muamelesi yaptı ve haberlerin ciddiyetini inkâr etti. Tabii ki bazılarımız virüs gerçeğini inkâr etmedi ama haberleri bir korku filmi izler gibi takip etti ve tam da korku filmi izleyenin kendini sakinleştirme yöntemiyle, yani “Benim başıma gelmiyor, ötekinin başına geliyor” düşüncesiyle ruhsal gerilimini azalttı. Virüsün Türkiye’de de yayılmaya başladığı haberlerinin çıkmasıyla “Neden ben/biz?” sorusuyla ötekini suçlayıcı yanıtlar bulundu. Türkiye’ye gelen turistler ya da yurtdışına gezip gelme imkânı olan bir grup “avantajlı” ötekiye öfke yöneltildi ve gerçek ile baş edilmeye çalışıldı. Ancak öfke her zaman olduğu gibi esasında hissetmekten kaçındığımız duygulardan koruduğu için geçiciydi ve bir süre sonra sakındığımız duygularımız, kaygılarımız açığa çıktı. Bu kaygı geleceğe ilişkin bir kaygıydı. Sadece ismi olan, etkisinin sonuçları dahi belirsiz bir bilinmezle insanın kaygılanmadan baş etmesi elbette çok güç. Birey, kaygı ve kaygının nesnesi ile baş başa kaldığı durumlarda kendisini umutsuzluk ve umutsuzlukla ortaya çıkan yasın içinde buluyor. Bu süreçte pek çok kişi işini kaybetmek, çocuklarının geleceğini kaybetmek, sevdiklerini kaybetmek, yani kısacası gelecek planlarını ve ideallerini kaybetmek gerçeğinde ifadesini bulan bir yas sürecine girdi. Ve ne yazık ki bu kayıplar toplumun önemli bir bölümünde kaygıdan ziyade gerçek bir sonuç olarak hayat buldu.

BEDENSEL YAKINMALARIMLA BEN

Kriz dönemlerinde bu saydığım aşamaların ardından kişinin beden bütünlüğünün bozulması aşaması geliyor. Bazı kişiler virüsün bulaşmasıyla beden bütünlüklerini kaybederken bazı kişiler de somatik yakınmalarla beden bütünlüklerini kaybetme endişesini ortaya koyuyorlar. Etrafımızda sıkça kendi bedensel belirtilerine dikkat kesilen yakınlarımız oldu. Öksürükler, hapşırmalar, sırt ağrıları, hafif boğaz ağrıları vb. bütün belirtiler her zamankinden daha fazla endişe verici hale geldi. Özellikle pandeminin ilk dönemlerinde ve vaka sayılarının çok çok arttığı, yani konuya yoğun duyarlılık gösterdiğimiz, çeperimizin bile belirtilerini takip ettiğimiz dönemde beden uğraşlarımızın artmasını çoğunlukla bekleriz ve bu durumu psikosomatizasyonla açıklamak mümkün. Birey yoğun stresle baş edemediği kriz dönemlerinde ve/ya sorunlarını söze dökemediğinde bedeni dile gelir. Bedenimizde bir belirti yakalamak ve ona dikkat kesilmek virüse, bir diğer deyişle tehdit edici nesneye bir nebze yaklaşmak ve hatta onunla kaynaşma ihtimaline yaklaşmaktır. Bedensel belirtileri göz ardı etmemek kişide kaygılı bir ruh haline sebep olurken bir yandan da onunla nasıl baş edeceğine dair bir savunma mekanizması geliştirme, bir belirsizliğe karşı belirginlik kazanma çabası gösterme anlamında bir fırsat da sunar. Örneğin, sürecin başında virüsün kendisi daha büyük bir bilinmezken, bilim insanlarının virüsün şeklini netleştirmeleriyle beraber, yani “düşmanın yüzünü” tanımamızla beraber en azından bir belirsizlikten kurtulmuştuk. Benzer bir biçimde bedensel belirtileriyle uğraşan kişiler bu psikosomatizasyonla, esasında tehdit edici nesnelerini karşılarına alıp ona bakma ve onunla ne yapacakları üzerine düşünme, bir belirsizliği bir nebze belirli hale getirme çabası içine girdiler. Tabii bu perspektiften bakıldığında psikosomatizasyonun kişinin ruhsallığına olumsuz etkilerinden bahsetmiş olmayız. Psikopatolojik anlamda psikosomatizasyon ne yazık ki çoğunlukla belirtilerini kendini anlamaya dönük kullanabilmeyi sağlamıyor. Bazı bireyler dakikalarını, saatlerini, günlerini ve aylarını hiçbir aksiyon almadan psikosomatik yakınmalarıyla harcayabiliyorlar. Özellikle yakınmalarıyla uğraşmayı son günlerde zor yakalayabilecekleri keyifli olma ihtimali olan anlara tercih ediyorlar.

KURBANLA FAİLİN BULUŞMASI

Bu süreçte sıkça konuşulan konulardan biri psikosomatizasyonsa, bir diğeri de bulaş anksiyetesi oldu. Yakın zamana kadar bulaş anksiyetesi bir grup bozukluklarda görülürken bundan böyle bulaş anksiyetesini farklı bağlamlarda da ele alacağız gibi görünüyor. En hafifinden bulaşma ve bulaştırma kaygısı üzerine kurulmuş olan bu süreçte, özellikle yasakların kalkması ve daha az kaygılı kişilerin sosyal hayata katılımlarının artması ile birlikte kişiler birbirlerini daha fazla suçlar oldu. “Bu kadar gezmeseydi, maskesini çıkarmasaydı, dışarıdan yemek yemeseydi vs” gibi suçlayıcı düşünceler ifade edildi ya da virüs bulaşan bireyler aynı kızgınlıklarını kendilerine yönelttiler. Ama ne zaman ki bulaş yaşayan kişiler aynı zamanda başkalarına da virüsü bulaştırdılar işte o zaman bulaşı yaşayan kurban rolünün yanında başkasına virüsü bulaştıran fail rolünü de edindiler. Kurbanla failin aynı bedende birleşmesi insanların kendisine bulaştıranı affetmesini, suçlayıcılığı azaltmayı ve kurban ile failin barışını sağladı. Bu bağlamda bu süreç bulaş anksiyetesi ile ilgili yapacağımız çalışmalarda bize yeni bir kapı aralamış olabilir.

ŞİMDİ YASIMLA BEN NE YAPARIM?

Sıkça konuşulan bir diğer konu da yas. Bu süreçte yas tutmayı, yasını tutanlara yönelik empati becerilerimizi artırmayı becerebildik mi? Bir diğer yandan da yasakların kalkmasıyla beraber normalleşmeye çabaladığımız günlerde vaka ve ölü sayılarının gerçeği yansıtmaması, bulaşı yaşayanların kaygılarını paylaşmaktan alıkonulmamız birbirimizi anlamamızın önünde engel oldu. Hak ettiğince uğurlanamamış cenazeleri, karantina koşulları sebebiyle bir cenaze töreniyle ya da hastane yatağında bile vedalaşamadığı yakınlarının yasını nasıl taşıyacağı henüz belli olmayan bir grup insanla nasıl çalışacağımız, onların hayatlarını hangi duygu yükleriyle sürdürecekleri bilinmezlerimiz. Evet, bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacak o kesin ancak insan bununla nasıl baş edecek beraber deneyimleyeceğiz.

KENDİ BAŞINA KALMA KAPASİTESİ ADINA KAÇAN FIRSATLAR 

Yapılan araştırmalar özellikle akıllı telefonlar, bilgisayarlar, TV ve iletişimi kolaylaştıran araçların hayatımıza girmesiyle beraber bireyin yalnız kalma kapasitesinin daraldığına işaret ediyor. Geçmişte bir yakınımızın nasıl olduğunu öğrenebilmek için belki haftalar sonra gelecek bir mektuba sabretmeyi, o bekleme sürecini başka yaşam faaliyetleri ile değerlendirmeyi ya da öylece durup beklemeyi öğrenmiştik. Ya da daha basiti, bir kafede sadece kahveyi içtiğimiz anla meşguliyeti ve anın kıymetini fark etme olanağımız geçmişte daha fazla varken şimdilerde bireyler bir kafeye oturduktan belki dakikalar sonra akıllı telefonlarını eline almaktan kendilerini alıkoyamıyorlar. İnsan minimum uyaranla kendi başına kalma kapasitesine sahip olmaya ve bunu daha da genişleterek farkındalıklarını artırmaya ihtiyacı olan bir varlık. Ancak ne yazık ki karantina kararlarının kalktığı ilk dönemde sayıları azımsanmayacak bir kesim, kararın açıklanmasının hemen ardından zincirlerinden boşalmışçasına kendisini sokağa attı, yakınlarıyla bir araya geldi ve sosyal faaliyetlerine geri döndü. Bu durum belki de bireylerin içe dönmeye ve orada gördüklerine, farkındalıklarına ve baş etmek zorunda kaldıklarına karşı tahammülsüzlüklerinin sonuçlarıydı. Oysa bu karantina ve sosyal mesafelenme süreci bireylerin kişilerarası ilişkilere hızla girmeme, yavaşlayarak kendine vakit ayırma ve hatta durup ana ve kendine bakma fırsatı sunmuştu. Sanırım bazılarımız bu fırsatı pek de iyi değerlendiremedi. Ama mesela zaten uzun zamandır kendi başına kalmayı bolca tecrübeleyen yaşlı popülasyonun bir kısmı tam da bu nedenle bu mesafelenme ve karantina sürecinden çok da sarsılmadan çıkabildi. Tabii ki parkına, bahçesine, kahvesine gitmekten mahrum kalan bir kısım yaşlının da bu süreçte anlamlı düzeyde depresif belirtiler gösterdiğini ve yeterli uyarana maruz kalamamaları sebebiyle bilişsel faaliyetlerinin gerilediğini unutmamak gerek. Hızla boşluğunu doldurmayı iyi bilen, buna karşılık kendi başına kalmayı ne yazık ki yeterince öğrenememiş genç nüfusu ise bu süreç oldukça zorladı.

Bir grup insan da var ki onlar pandemi sürecinin bahsettiğim olası avantajlarını değerlendirmek bir yerde dursun bütün dezavantajlarını yaşamak zorunda kaldılar. Bu insan grubunun sokak kısıtları yok, aşağı yukarı aynı tempo ile çalışma hayatına devam ediyorlar, üstelik tüm gün maske takmak zorundalar ve sürekli ellerini, kullandığı eşyaları dezenfekte etmek zorunda kalıyorlar. Büyük, kurumsal ya da esnek çalışılabilen firmalarda çalışan bir grup azınlık hariç çalışan kesimin büyük bir kısmı bu gruba dahil. Duruma buradan baktığımızda sokak kısıtlaması olan mı, yoksa bahsettiğim koşullarda gündelik yaşantısını sürdüren kesim mi dezavantajlı grup tartışmalı. Toplumun bu kesimi hem bulaş tehlikesini her gün ensesinde hissediyor hem evdeki yakınına bulaştıracağı kaygı ve sorumluluğunu duyuyor hem de ekonomide ve iş hayatında da her şeyin altüst olduğu koşullarda aynı işleri aynı verimlilikle sürdürme beklentisini karşılamaya çabalıyor. Ne zaman sonlanacağı belirsiz bu gibi dönemlerde bedenen de işe gitmeye devam eden kesimin tükenmişlik sendromu geliştirmesi şaşırtıcı değil. Tükenmişlik sendromu yaşayan kişiler bedenen de işe gitmek zorunda olmanın getirdiği yoğun stres kaynakları karşısında enerjik anlamda içinin boşalmış olduğu hissi, kendi gücünün yetebileceklerine dair yanlış değerlendirmeler, bir şeyi yanlış yapıyorum düşüncesi, dikkati sürdürememe, başarısızlık hissi, umut duygusunu hissedememe ve umudu yayamama, işte bulduğu anlam ve doyumlarını kaybetme hisleri yaşarlar. Bu belirtilere karşı uyanık olmak kendimizi korumaya başlamanın ilk adımı. Ve bütün bu pandemi süreci sonlandığında bundan sonraki yaşantımız için tekrar bir yaşam, anlam ve doyum inşa etmek tükenmişlik sendromundan çıkmamıza umarım katkı sağlayacaktır.

SON OLARAK…

Eve kapanılmak zorunda kalınan dönemde uzun zamandır arzulanan ve ancak elde edilen farklı tecrübeler de yaşandı. Karantina ve sosyal mesafelenme kararlarıyla birlikte çok sayıda insan bir süredir yapmayı arzu edip yapamadıklarına yöneldi. Uzun zamandır yapılmayan yemekler yapıldı, mesafelerin araya girdiği gezilememiş müzeler online gezildi, izlenememiş-birikmiş filmler izlendi, sokağa çıkılabilen saatlerde hayatında hiç spor yapmayanlar bile koşmaya-yürümeye başladı, bir süredir temizlenmeyen evlerin köşe bucakları didik didik temizlendi, yaşam alanları yaşanması hep istenen biçimleriyle düzenlendi vs... Bütün bu uğraşlar ertelenmiş planların gerçekleştirilmesi bağlamında çok anlamlıydı ancak esasında insanlar bu faaliyetleriyle her zamanki hızlı koşturmacalarını, sabah sekiz akşam altı temposundaki hareket etme halini bu pandemi sürecinin yarattığı zaman olanağını her an kaçıracak olma kaygısıyla sürdürdüler. Oysa insan durmaya da hareket etmek kadar çok ihtiyacı olan bir varlık. Hareket etmek bir yandan antidepresif bir araç olmakla beraber insanın gerçekten kendine dönüp bakmasına mani olan, düşüncelerinin kaçıp gitmesine sebep olan da bir edim aslında. Yani karantinayı fırsata çevirdiğini düşünen insan ne yazık ki hareket etmeye devam ederek kendine bakma fırsatını iyi değerlendiremedi. Ve tıpkı iş hayatı ve gündelik hayatın hızını yaşamak zorunda olduğu günlerde olduğu gibi bir süre sonra yemek yapmaktan, film izlemekten, online toplantılara girip bilgi toplamaktan yani hareket etmekten de yoruldu. Bireyin kendini gerçekleştirme çabası bir kere daha hüsranla sonuçlandı. Zira birey böylesi bireysel ve toplumsal tehditlerin, kaygıların ve yasların basıncı altında kendini gerçekleştirme amaçlarına hakkıyla yönelemez. Yönelmeyi deneyenler kaygısını, kayıplarının yasını ve sürecin sonuçlarının üzerindeki etkilerini bilinçli olmasa da yaşamaktan kaçınmışlardır. Bu gibi toplumsal gerçeklerden ruhsal ve yaşamsal sonuçlar çıkarabilmek ancak kendimizin ve ötekinin kaygısına, kaybına, yasına ve acımıza gönüllü bir biçimde bakmakla mümkün. Umut ediyorum ki böylesi bir bakış birey olarak belki gelecekte kendimizi gerçekleştirmek adına atacağımız adımları belirlemekte bizlere iyi bir kılavuz olacaktır. 

*Uzman Klinik Psikolog