1986 yılında yayımlanan Yeni Türkü albümü 'Günebakan', dönemin karanlığını aydınlatan işlerden. Albümde ilk etapta dikkat çekmeyen, dinledikçe insanı derinden etkileyen şarkılardan biri, Derya Köroğlu’nun aynı adlı Necati Cumalı şiirinden bestelediği ‘Göç’. “Tam karların eridiği günlerdi / Taşan çaylar gördük yol üstü” dizeleriyle başlıyor, ilerliyor. Şarkının ya da şiirin akılda kalan dizeleri, üç gün önce yaşanan sel felaketinde bizzat gördüklerimizi anlatıyor sanki: “Sulara kapılmış inen / Kol kol tomruklar gördük…” Şiirdeki tomruklar, belli ki ormancılar (ya da şarkıda/şiirde geçtiği gibi anarsam hızarcılar) tarafından kontrollü olarak “taşınan” tomruklar. Oysa bizim gördüklerimiz, hayatımız boyunca unutamayacağımız kadar acı görüntüler. Selin sürüklediği tomruklar önüne ne varsa katıyor, arabaları sürüklüyor, köprüleri yıkıyor. Daha da acısı, tomruklar arasına sıkışmış insan bedenleri.
Orman yangınlarının acısını yüreğimizden atamamışken yeni bir felaket yaşadık. Bir süredir Karadeniz’de yaşanan seller, yazık ki gündemimizin önemli başlıkları arasında. Geçtiğimiz hafta yaşadığımız, bilançosu en ağır olan: Bir ilçe yok oldu, evler yıkıldı, insanlar hâlâ kayıp. Doğru bir haber alma ağına sahip olmadığımız, devlet tarafından bilgilendirilmediğimiz için kayıpların ya da hayatını yitirenlerin sayısını bile kendi imkânlarımızla öğrenmek durumunda kalıyoruz -ki bu, yanlış bilgilerin hızla yayılmasına sebep oluyor. Yangınlar ve seller, sahipsiz olduğumuzu bir kere daha gösterdi. Olası bir depremde sonumuzun ne olacağını düşünmek bile uykularımızı kaçırıyor.
Memleket ahvali üzerine söz söylemek çok işe yaramıyor, her şey ortada. Yaşadıklarım, yazılarıma bir şekilde sirayet ediyor. Müzik üzerinden ilerlemek istiyorum ancak gündem buna izin vermiyor. Yıllar önce yaşanan kimi felaketlerin izlerini plaklarda bulmak mümkün. Bugün yaşanan acılar da bir şekilde şarkılara, türkülere, ağıtlara sirayet ediyor. Gündeme bağlı kaldığım zaman, bu ağıtlardan söz ediyorum çünkü tarih tekerrür ediyor, acılardan dersler çıkartılmıyor ve her şey her seferinde yeni baştan yaşanıyor.
Az önce andığım şarkıya döneyim. ‘Göç’, Necati Cumalı’nın 1981 yılında YAZKO tarafından yayımlanan ‘Bozkırda Bir Atlı’ başlıklı kitabında karşımıza çıkan şiirlerden biri. Adı üstünde, bugünlerde farklı bir gündem maddesi olarak karşımıza çıkan göçten söz ediyor. Cumalı, mübadeleyle Türkiye’ye gelmiş ailelerden birinin çocuğu. Aile, topraklarından sürülünce Urla’ya yerleşmek durumunda kalmış; üç yaşında kendi deyimiyle dili değişmiş. Romanlarında, oyunlarında, şiirlerinde göç meselesine özel bir yer veriyor. ‘Ezik Otlar’ başlıklı oyunu, göçle Anadolu’ya gelmiş iki düşman ailenin çocukları arasında yaşanan bir aşkı anlatıyor örneğin... ‘Göç’, biraz daha farklı bir yerden bakıyor. Bu noktada, sözü, şairine bırakayım: “Bugün Türkiye ikili bir göç yaşıyor. Bir yandan yurdun zenginlikleri, seçkin beyinleri kopup dışarıya giderken bir yandan, ekmeğini yurt dışında aramak zorunda kalan emekçi kesimi, dişinden tırnağından keserek biriktirdikleriyle sılasını doldurmaya, yurda dönmeye çalışıyor.”
GÖÇ, AYIRIR GÖVDEYİ KÖKTEN…
Cumalı, 1992 yılının 13 Ocak günü Türkiye Yazarlar Sendikası tarafından Karaca Tiyatrosu’nda adına düzenlenen bir gecede Melisa Gürpınar’ın sorularını cevaplandırmış, yaşadıklarını şöyle anlatmış: “Ben Florina'dan üç yaşını doldurduktan sonra ayrıldım. 1924'te Urla'ya iskân edildik. Ben, göçmen çocuğuyum bu bakımdan. Bir göç yaşadım küçük yaşımda. Göç, perişanlık demek. Göç. Denk. Eşya. Göçmenlerin toplu halde bindirildiği bir vapur." Şair, ‘Rumeli Hikâyeleri’ başlığı altında topladığı anılarında, dedesinin vapura nasıl bindirildiğini ayrıntılarıyla anlatıyor -ki onun için önemli bir figür bu ve çocukluk yıllarında en yakın arkadaşı. Yazık ki göç sırasında felç geçiriyor. Yaşar Kemal’in “yaşlanmaz şair çocuk” olarak nitelendirdiği Necati Cumalı, şiirinde, göçü “ayırır gövdeyi kökten” dizesiyle anlatıyor. Şüphesiz bugün yaşadığımız, benzer olmakla birlikte bir hayli farklı bir göç. İktidarın yanlış politikası, insanlar arasında bir ayrışmaya sebep oluyor ve yine geçtiğimiz hafta Ankara Altındağ’da yaşanan saldırı gibi fena hadiseler göz göre göre geliyor. Suriye ve Afganistan’dan gelen göçmenler, ekseriyetle (ve elbette bilinçli bir şekilde) yanlış bilgilerle hedef gösteriliyor ve nefret körükleniyor.
Mültecilik, göçmenlik, şarkılarda ziyadesiyle işlenmiş. Her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatan şarkılardan biri, Taner Öngür’ün 2005 yılında yayımlanan albümü ‘Evde Tek Başına’da karşımıza çıkıyor. Şarkının adı, ‘Mülteciler’. Tam da bugün yaşadıklarımıza odaklanıyor: “Savaşlar, yoksulluk ve açlıktan / Yakılıp yıkılan şehirlerden kaçtılar / Bazıları düştü kaldı yollarda / Evlerini terk edip ayrıldılar // Kaçakçılar, pasaport çeteleri / Alırlar onların ne var ne yoklarını / Bu davetsiz konukları karşılayanlar / Sınır polisleri, sahil muhafızları // Toplama kamplarında baskı ve zulüm / Belki de bu maceranın sonu ölüm / Kimliksiz, vatansız yok sayılırlar / Hayatın kıyısında yaşayan bu insanlar…” Şarkının nakaratı da bugün yaşanana denk: “Bazen gemilerle okyanuslarda / Bazen ormanlardan gizlice / Güneyden kuzeye, doğudan batıya / Mülteciler geliyor…”
Bu noktada, Cumalı’nın şiirinde karşımıza çıkan ama Yeni Türkü şarkısına girmeyen kimi dizeleri buraya taşıyayım: “Garajlar, istasyonlar, havaalanları / Günün her saatinde kalabalık / Sıkılmış denkler, iple bağlı valizler / İstasyon önlerinde, yol kıyılarında // Satmışlar savmışlar neleri varsa / Gerilerinde köprüler yıkık / Verilen dövizden biletten artan / Kırık dökük eşyaları beni ağlatır…”
Göç, şarkılara, şiirlere, romanlara, filmlere konu olmuş. Bugün yaşadıklarımız, bunun bir adım ilerisi. Bir dönem hayatını kazanmak üzere nice umutlarla Almanya’ya ya da Avrupa’nın diğer ülkelerine gidenler, sonrasında bambaşka bir hayata yelken açmış. Bugün Türkiye’ye sığınanlar, savaştan, baskıdan, zulümden kaçanlar ama burada bambaşka bir zulümle karşılaşıyorlar. Sebebi ne olursa olsun, toprağını terk edenler, her yerde aynı şeyle karşılaşıyor, ötekileştiriliyor. Sözü yine Necati Cumalı alsın: “Kurudular boy attıkları toprakta / Gurbetlerde zor kök salıp doğrulmaları / Bundan böyle dolanır gibi uykuda / İtilerek horlanarak yaşayacaklar...”
Söylenecek söz, anılacak şarkı çok ama burada bırakayım. Nokta değil virgül koyuyorum, zira belli ki bunu daha çok tartışacağız. Tartışırken insanlığımızı kaybetmemek, yaşananlara karşı taraftan da bakmayı bilmek, öğrenmek gerekiyor. En kolayı “ülkemde şunu istemiyorum” tadında cümleler kurmak. Bu, her ne olursa olsun ırkçılığa tekabül ediyor -ki hedefi bilerek saptıranlar ve öfkeyi gelenlere yöneltenler tam da bunu istiyor.