Henüz kabuğumuzu kıramadığımız, ufkumuzun yaşadığımız coğrafyayla, kültürle sınırlı, politik iklime kıstırılmış olduğu yaşlarda, dönemlerde hepimizin gitmeyi, görmeyi, hatta kalmayı hayal ettiğimiz şehirler vardır. Bu şehirler kişiye aktarılan kültüre, ahlaki yargılara, düşünce sistemine, beklentilerine, kişinin bir ölçüde bunlara göre biçimlenen gelecek tahayyülüne, ideallerine bağlı olarak farklılaşabileceği gibi, içinde yaşadığı toplumun hâkim paradigmaya bağlı olarak değişen geçmiş ve gelecek kurgusuna veya aidiyet duyduğu topluluğun dünya görüşüne göre de seçilir. Millî eğitim müfredatında, siyasî söylevlerde, sanatta, popüler kültür ürünlerinde ve basında, dönemsel olarak değişerek sıklıkla karşımıza çıkan, idealize edilen medeniyetlerin felsefesini, maddi kültürünü, tarihi dokusunu ya da gelecek tasavvurunu, yenilikçiliğini veya geleneğe bağlılığını yansıtan şehirler bizi kendine çeker.
Her coğrafyada olduğu gibi, medeniyetler, yönetim biçimleri, iktidarlar değiştikçe, iletişim ve ulaşım imkanları arttıkça bu topraklarda yaşayan insanların büyüsüne kapıldıkları, hayal ettikleri veya politik ve ahlaki saiklerle hakkında olumsuz bir imaj yaratılan kültürler, şehirler de farklılaşmıştır. Seyahat etmenin herkesin harcı olmadığı dönemlerde basında daha sık yer alan gezi yazıları, seyahatnameler dehşetengiz hikayelerle süslü yasak şehirler, yozlaşmanın, çürümenin membaı olanlar veya medeniyetin kıblesi ilan edilenleri tasvir etmişlerdir okura. Soğuk Savaş öncesinin Sovyet şehirleri bilinmeyen fakat tehditkâr olana duyulan korku ve tiksintiyle karışık merakın etkisiyle ilk gruba girer. İkinci grubun değişmeyen arzu nesnesi ise Paris’tir.
Bu yazıda Paris sokaklarında birlikte dolaşacağımız yazar Necati Cumalı, Elliler’de işte o arzunun peşinden sürüklenir bu “uzak ve güzel ülke”ye. Puşkin’in şiirindeki gibi, “bu yiğit delikanlıyı gençliğin ateşi sürüklemiş” olsa gerektir Paris’e. Cumalı bir mübadele çocuğu olarak 1923’te ailesiyle birlikte Manastır’dan Urla’ya gelir. Okumaya tutkun Cumalı’nın İzmir’de geçen gençliği, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki öğrenciliği, Halkevi Dergisi’nde, sonra Ulus Gazetesi’ndeki ilk yazıları ve Ankara’daki sanat çevresiyle ilişkileri kişiliğini, politik tercihini, üslubunu belirler. Göçmen bir aileye mensup olması onu milliyetçi de yapabilecekken, tahsil hayatı ve bu hayatın geçtiği çevredeki sosyal ilişkiler onu önce Kemalizm’e bağlar, sonra sosyalizme yönlendirir. Sanatın her dalına duyduğu ilgi ise Paris’e…
1957 yılı kışıdır. O zamana kadar çok sayıda roman, şiir ve tiyatro oyunu yazmış, eserleri kitaplaştırılmış Necati Cumalı, Marsilya’dan Paris’e giden bir trendeki kompartımanının penceresine yapışmış, yıllardır hayalini kurduğu şehrin ona kendisini göstermesini beklemektedir. 38 yaşındadır ve İzmir’de “iyi kazandığı” bir avukatlık bürosu vardır. O ise bir yeniyetme heyecanıyla pencerede, imparatorluk yıllarından beri edebiyatın, sinemanın, tiyatronun vaad ettiği romantik, baştan çıkarıcı Paris’in belirmesini bekler sabırsızca. Oysa Fransız kentleri, yazarın ifadesiyle sisler içindeki “hat boyuna sokulmaktan hoşlanmazlar.” Derken ebedî sevgiliye kavuşulur. Birkaç yol arkadaşıyla yerleştiği şehir merkezindeki otelin penceresinden izlediği Sorbonne manzarasına aheste aşıklar görmek hevesiyle bakar bu kez de. Derse yetişmek için koşuşan telaşlı öğrencilerdir gördüğü. Fakat zaman ilerledikçe şehrin geniş bulvarlarında hayallerine yer bulacaktır. Sokağa her adım atışında azar azar kendini ona sunacaktır şehir. O bu sunumdan payına düşeni alacaktır. Okuduğu romanlardan, hikayelerden, şiirlerden, izlediği oyunlardan, filmlerden, eski sakinlerinin anılarından damıtarak, daha gelmeden hayal ettiği Paris’i aradığı için, en çok şehrin o yüzünü görmek niyetiyle arşınlayacaktır kaldırımları. Onu büyüten, kalemini kuvvetlendiren yazarları, oyuncuları görmek hevesiyle bir göz atacaktır kafelerin açık kapılarından içeri. Şehir onu yanıltmasın, kucaklasın ister.
“İlk geldiğim günlerde Apollinaire’deydi aklım. Buluşacakmışız gibi koştum Mirabeau Köprüsüne.
(…) Şiir beni sürükledi buraya. Rimbaud’un ünlü ‘Ma Boheme’ şiirindeki gibi, sokaklarında yaşamış bunca şairin izinden geldim Paris’e. Gezip tozdukları sokaklarda ceplerinden düşen ufakları toplamaya geldim arkalarından…”
Dedim ya, kalemi kuvvetlidir. Nasıl güzel anlatmış meramını: Şairlerin “ceplerinden düşen ufakları toplamak.” Fakat geçmişin hayaletleri değildir aradığı yalnızca. Neredeyse her yürüyüşünde ellilerde hâlâ hayatta olan birçok üstada rastlar. Yine böyle bir tesadüfün yarattığı baş dönmesinin hemen ardından Pertev Naili Boratav’la buluşur. Coğrafyanın cebrine uğramış, komünist cadı avı neticesinde DTCF’de açığa alınıp bir süre Türkiye’de direndikten sonra Paris’e sürüklenmiş Boratav şöyle mukabele eder: “Eee, burası yiğidin harman olduğu yer.” Cumalı da bu cadı avından payını alır Paris’te. Girip çıktığı ortamlarda karşısında beliriveren münasebetsiz bir ajanın sorgulamalarına muhatap olur sık sık. Niye gelmiştir, kimleri görecektir, neler yazmaktadır? Bu durumun yarattığı tedirginliğe rağmen, Paris’e kısa bir ziyaret yapan Nazım’ı ayaküstü görüp sohbet etmeden duramaz. İlerleyen yıllarda, sakıncalı görülmesinin bedelini diplomat olan eşi ödeyecek, görevinden alınacaktır.
Fakat şimdi biz yine ellilerin Paris'ine dönelim. Şehir, geçmişinin, yani Paris’i Paris yapan söylencenin, mimarî üslupların, kent kültürünün, sanatın, siyasî tarihin, etnik çeşitliliğin, devrimci ruhun ve özgürlük arayışının izini titizlikle korumuştur. Aynı zamanda genç ve arzulu bir şehirdir de. Necati Cumalı gibi bir yazar için hayat iksiridir bu iki ruhlu âlem. Kendisi kocaman bir atlıkarınca olmayı yakıştırır Paris’e. Baş döndüren renkler, sesler ve devinimler dünyası.
Şehir geçmişini taşa işlemiştir. Yazarın yolunu düşürdüğü her sokakta, her meydanda bir heykel, bir rölyef, bir tabela, bir sokak adı, o geçmişi unutuluşa terk etmemek için tasarlanmıştır. Şairler, yazarlar heykellerden, rölyeflerden, tabelalardan sıyrılıp bir kafede karşınıza oturur veya yürürken karşınıza çıkarlar bir anlığına: “Bütün bu adlarla daha da dolar Paris, yaşanan zaman geçmişten geleceğe genişleyen boyutlar kazanır.” Edebiyat ve düşünce tarihine geçmiş sayısız kafenin duvarına asılı sepya fotoğraflarda Sartre, Camus, De Beauvoir, Gustave Le Bon, Mallarme ve dünyanın her yerinden Cumalı gibi şehre yolunu düşürmüş birçok tanınmış çehre eşlik eder müşterilere. Kiminde hararetli tartışmaların yapıldığı, düşünce ve sanat tarihine damga vuran eserlerin üretildiği yıpranmış masalara parmaklarınızın ucuyla dokunabilirsiniz bile. Cumalı şöyle anlatır bu tecrübeyi:
“Paris sokaklarını dolaştıkça Fransız ya da yabancı şairler, yazarlar, sanatçılar, bilgeler karşılar sizi. Okuduğunuz kitaplar canlanır. Degas’ın, Sisley’in, Utrillo’nun, Pissaro’nun, Monet’in vb. ressamların Parislerini görürsünüz.”
Kişiliğini, eserlerini besleyen, onu mesleğinden uzaklaştırarak bir yaşam biçimi armağan eden satırların, dizelerin, repliklerin izinde 18 ay geçirir Paris’te Cumalı. Türkiye’deyken “bir gecede savurduğu” parayla iki ay idare ettiği bu dönemde, daha görmeden sevdalandığı bu şehirde gecikmiş gençliğini yaşar. Çok sayıda gelgeç gönül ilişkisi yaşasa da, asıl tutkusu Paris’tir. Muhibbini yakından tanımak, aşkına karşılık bulmak için emek harcar. O günlerde tuttuğu günlükleri de içeren Yeşil Bir At Sırtında adlı kitapta yürümenin bir şehri tanımak için ne kadar hayatî olduğunu hatırlatır okura. Ayaklarının götürdüğü her yere, şehrin kılcal damarlarına sızar.
“Saat beşe kadar çalıştıktan sonra odamdan çıktım. Sevdiğim bir dinlenme biçimi var. Odamdan çıkınca Quartier Latin’in kitapçılarını dolaşırım. Sergilenen dergileri, kitapları karıştırır, ayaküstü şurasından burasından küçük parçalar okurum. Kitapçıların ardından ayaklarımın kararına bırakırım kendimi. Götürdükleri yere giderim.”
Keşke hepimizin başka dünyaları keşfedecek, ‘biz’i çoğaltacak cesareti, imkânı ve birikimi olsa.