Ekonomi ile siyasetin ayrılığı algısının bu ölçüde güçlü olması önemli bir sorunumuzdur. Piyasaya ve sermayeye, ekonominin ve halkın iyiliği için de işleyecek akılcı (rasyonel) bir misyon yüklemek bu algının mantıksal uzantısıdır.
Maliye Bakanı Şimşek’in göreve geldikten hemen sonra, 4 Haziran 2023’teki sözleri şöyleydi: "Türkiye'nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır.”
Sermayenin, daha çok kârın güttüğü bir aklı, bu anlamda bir rasyonelliği olduğu açık. Sermaye düzeninin piyasanın gizli eli ile ya da salt ekonomik bir akılla sürdürüldüğü ise asla doğru değil. Son 200 yıllık tarih, sermayenin ve kapitalizmin “ekonomi” sorununa her zaman siyasal ve sınıfsal bir bakışla yaklaştığının canlı tanığıdır. “Rasyonel zemin” ekonomik değil, ekonomi politiktir. Temel aktör devletlerdir.
*
Ekonomi ile siyaseti ayıran yaklaşım günümüz Türkiye’sinde etkili dört klişeye dayanıyor.
Bir: “Sermaye, hukuk üstünlüğünün, yargı bağımsızlığının olmadığı yere gitmez”! Doğru değil; gider! Ne kadar gelir, ne zaman gider, ne getirir, ne götürür kâr-zarar hesabına bağlıdır. Sermaye, kendi hukukunu, yaptırım gücünü cebinde taşır. Kapitalist Türkiye’de herhangi bir düzen iktidarının “yabancı” sermayeye el koyma olasılığı sıfırdır. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü vb. sermayenin umurunda değildir. Bugüne dek, emperyalistlerin, mali sermayenin hiçbir ülkeye bu gerekçelerle yaptırım uyguladığı görülmemiştir. Nitekim, son yıllarda tek adam rejiminin “kurala uymayan” tutumlarından pek de hoşnut olmadıkları halde Korkut Boratav’ın sözleriyle “AKP ‘yi cezalandırma” yoluna gitmemişlerdir. Şimdi “rasyonal zemine dönüş” sinyallerine yanıt olarak, kısa dönemde getiri amaçlı “carry trade” denen para girişleri var. Bugüne dek geldiği öne sürülen para Türkiye’nin ivedi ödeme güçlüğünü bile giderecek ölçülerde değil. Bundan sonra ne olacağını izleyip göreceğiz.
İki: CHP çevrelerinden, ona yakın medya odaklarından yayılan bir başka klişe, “Merkez Bankalarının özerkliği” efsanesidir. “Merkez Bankası özerk olsaydı, bu türbülansı yaşamazdık!” demeye getiriyorlar. Merkez bankaları günümüzde, tam da siyasetin ekonomiyi gütmesini sağlayan en gelişkin küresel kurumsallaşmalardır. Merkez Bankası’nın özerkliği, küresel sermayenin, IMF’nin “gelişmekte olan” ülkelere bağımlılığını garanti altına almaktadır.
Üç: “AKP iktidarı yüzde 1’lik bir azınlığa dayanıyor. Ekonomik kriz bu azınlık dışındaki tüm halkı yoksulluğa itiyor!” Bu önerme iki önemli yanlış içeriyor: Birincisi, üzerinde en çok durulan son 6-7 yıllık dönemde Türkiye ekonomisinin bir bütün olarak sözcüğün gerçek anlamıyla kriz içinde olduğu doğru değil. Doğru soru, mevcut ekonomik gelişmelerin, türbülansların hangi sınıfları, nasıl etkilediği sorusudur. Buradan bakıldığında son 6-7 yılda milli gelir içindeki payını yüzde 10,1 artıran kapitalist sınıflar için kriz söz konusu değil. Kaybeden ve kriz yaşayan milli gelirdeki payı aynı oranda azalan emekçilerdir. Bir sınıftan alınmadan başkasına verilmiyor. İkincisi, bu dönemde kazanan yalnızca büyük, tekelci, küresel sermaye olmadı. Doğru, aslan payı onlara gitti. Ama, bu ülkede kâr, faiz ve rant gelirleriyle yaşayan, geniş bir orta ve küçük kapitalistler katmanı var. 2022 verilerine göre en yüksek gelir düzeyindeki yüzde 20’nin (kabaca 17 milyon kişi) ortalama yıllık geliri 26.453 dolar, ikinci yüzde yirmininki 10.889 dolar. Kendi içinde de eşit olmayan en zengin 17 milyonluk nüfus için kriz yok. İkinci yüzde 20’lik dilim, açlık sınırının üstünde, yoksulluk sınırının altında bir gelir elde ediyor. Geriye kalan kabaca 51 milyon ise açlık sınırının altında/sınırlarında yaşamaya çalışıyor. Krizin ağır yükü bu büyük kitlenin omuzlarındadır.
Dört: “Asgari ücret ve emekli aylıkları artırılamıyor, çünkü kaynak yok!” CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in “Erdoğan istemez miydi emekliye zam yapsın. Çünkü geçen seçim ekonomisiyle ülke büyük bir krizde. Para yok. Yapamadı” açıklaması, bu klişenin ana muhalefet liderinin ağzından sözcüklere dökülmüş ibretlik bir örneğidir. Günümüz dünyasında sermayenin de bir kaynak sorunu olduğu doğru. Kâr oranlarında düşüş küresel ve artık kronik bir eğilimdir. Eşitsiz mübadele üzerinden “gelişmekte olan” Türkiye gibi ülkelerden emperyalist metropollere artık değer (kâr/kaynak) transferi süreklidir. Ayrıca AKP iktidarı, cumhuriyetin tüm kamusal birikimini haraç mezat satmış, buradan yarattığı “kaynağı” “iyi” günlerde har vurup harman savurmuştur. Bu çerçevedeki kaynak sorununu başlı başına ele almak gerekiyor. Bu yazıda vurgulamak istediğimiz ise, bunlardan sonra ve bunlara rağmen var olan kaynağın Türkiye içinde hangi amaçlar için kullanıldığı, hangi sınıflara gittiğidir. Buradan bakıldığında, emekli maaşları ve asgari ücret artışları için kaynak olmadığını iddia etmek büyük bir aldatmacadır. Büyük sermayenin son yıllardaki yüksek kârları; vergi ve imar aflarıyla para sahiplerinden alınmayanlar; küresel faiz lobilerine aktarılanlar; otoyol, köprü, şehir hastanelerine yapılan dövize endeksli ödemeler; kâr, faiz ve rant gelirlerinin komik derecede düşük oranlarda vergilendirilmesi ya da hiç vergilendirilmemesi ve daha onlarca kalem hem kaynağın varlığını hem de nerelere gittiğini açıkça ortaya koyuyor.
*
Bugünkü duruma nasıl gelindiğini ve buradan nasıl çıkılacağını tartışmak için yakın geçmişe hızlıca göz atmakta sayısız yarar var.
AKP’nin ilk kez seçim kaybettiği 2015 yılı birçok açıdan olduğu gibi ekonomi siyasetindeki başkalaşım açısından da kritik bir dönüm noktasıydı. AKP’nin toplumsal desteğini büyüttüğü, iktidara yerleştiği 2002-2007 arasında, elverişli küresel koşulların da katkısıyla Türkiye ekonomisi ortalama yüzde 7.2 büyümüştü. Sonraki yıllarda bu oran düşmeye başladı. AKP 2015’e gelindiğinde neoliberal normlara, IMF’ye uyumlu bir siyasetle devam ederse toplumsal desteğini yitireceğini fark etti. 2015-2023 arasında ortalama yüzde 4,3 büyümeyi, neoliberal kuralları ihlal etme pahasına sağladı: Düşük faiz, ucuz ve bol kredi, inşaata yatırım, yüksek tüketim ve görece yüksek istihdam! 2023 dönemecinde asgari ücreti, emekli aylıklarını artırarak halk çoğunluğunun uğradığı yıkımın seçime bire bir yansımasını önledi. Erdoğan ekonomi politiğini, salt saplantı, dinsel-ideolojik bir yöneliş ve inatlaşma olarak değerlendirmek, bu değerlendirme belli ölçülerde doğruluk payı taşısa da eksik ve yanlıştır. 2023 seçimlerinde ağır bir yenilgiden sıyrılmasında yaptığı ekonomi politik tercihin katkısını görmek gerekiyor.
Seçimden sonra ise dış ödemeler açığını, enflasyonu ve dolarizasyonu kontrol altına almak, son 6-7 yıldaki sınıfsal tercihinin birikmiş faturasını halka ödettirmek üzere, küresel mali sermayenin has adamı Mehmet Şimşek’i maliye bakanlığına getirdiler. Şimşek’in ivedi misyonu yabancı sermaye girişini sağlayarak günü kurtarmak olarak öne çıktı. Bu operasyon, bugüne dek vadesi sürekli ileriye kaydırılan vaatlerden başka bir sonuç üretmiş değil. Şimdilik son derece cılız sermaye girişlerini; Merkez Bankası rezervlerindeki artışı, dolarizasyon dalgasının denetim altına alınmasını vb. bir başarı hikayesi olarak sunmaya ise şimdiden başladılar.
Şimşek programı, Türkiye’nin, üretim düşüklüğünden, dışa bağımlı, yüksek faizle borçlanmaya, ithalat endeksli büyümeye ve istihdamı tutmaya dayanan yeni paketi, yapısal sorununun kendisini değil, görünürdeki en yıkıcı belirtilerini ortadan kaldırmaya yönelik bir makyaj programıdır. Hedef, seçimsiz geçecek zamanı iyi kullanarak, AKP’yi 2028’de ya da daha önce yapılacak bir seçimde yeniden iktidara taşımanın ideolojik ve siyasal koşullarını oluşturmaktır.
Şimşek operasyonunun temel öğeleri, reel ücretleri daha da aşağı çekmek; asgari ücreti ve emekli maaşlarını enflasyonun altında tutmak olarak belirlenmiştir. Yüksek faiz; sıkı para, kamu harcamalarında kısıtlama, kemer sıkma tercihleriyle enflasyonun düşürülmesi öngörülmekte, “baz etkisi”nin aldatıcılığı ve bunu sömürecek AKP propaganda makinesinin performansı ile bu durumdan bir başarı hikayesi ve yeni bir seçim zaferi çıkarılması hesaplanmaktadır.
Evdeki hesabın çarşıya uyması hiç kolay görünmüyor. Daha önemlisi, bu hesabın siyasal amaçlar açısından tutması ancak toplumsal muhalefetin dayatılanı sineye çekmesiyle mümkün. Bu noktada CHP’yi Şimşek programına ortak etmek, AKP ve Erdoğan’ın önceliklerinin başında yer alıyor.
Enflasyonu bir miktar düşürebilirler. Enflasyonun da kaynağı olan, borca ve dışa bağımlılığa dayanan temel yapısal sorunları çözemeyecekleri için, daha büyük olasılık enflasyonun değil, IMF’nin de öngördüğü biçimde büyüme oranının düşmesi, ekonominin durgunlaşması, durgunluk içinde enflasyon (stagflasyon) olarak görünüyor.
Siyasal sonuçları daha doğrudan ve keskin olacak başlık ise istihdamda daralma, işsizlik olarak sivriliyor. Dar tanımlı işsizlik yüzde 10 civarında. Ama bu çok aldatıcı. Çünkü bu veri, iş bulmaktan umudu kesilenleri işsiz saymıyor. Gerçek işsizlik oranını doğru biçimde belirlemek için var olan toplam işgücünün hangi oranda istihdam edildiğine bakmak gerekir. Türkiye’de iş bulamayan işsizler, teknik terimle “atıl işgücü” yine Boratav’ın işaret ettiği gibi yüzde 25’lere, hatta büyüme oranı daha da düştüğü için yüzde 30’lara dayanıyor. Bu, tüm AKP dönemindeki en yüksek işsizlik oranıdır. Genç ve eğitimli işgücünün bu oran içindeki en büyük dilim olması, burada biriken enerjinin dinç ve yıkıcı potansiyelini gösteriyor.
*
Ne yapmalı ve ne yapılabilir?
Verili konjonktür bunlardan önce ne yapılmaması gerektiği sorusunu yanıtlamayı zorunlu kılıyor. Bir cümleyle özetlersek, Şimşek’in boğaz sıkma paketinin AKP ile CHP arasındaki “müzakere-mücadele” ilişkilerine bel bağlanarak yumuşatılıp hafifletileceği yönünde hiçbir umut ve illüzyona kapılmamak gerekiyor.
Öte yandan, düzenin yapısal sorunlarını tanımlayıp, bunlara ancak bir emekçi halk iktidarıyla ya da sosyalizmle son verilebileceğini söylemek, son çözümlemede doğru olmakla birlikte emekçi çoğunluğun yakıcı sorunlarına tarihe mektup yazmak dışında hiçbir mücadele hedefi önermemek, bir şimdiki zaman etkinliği olan siyaseti kıyamet gününe havale etmek anlamına geliyor. Bir kez daha, mücadele taleplerini sermaye mantığının, düzen partilerinin “kaynak” tartışmasının dışında ve karşıtında yükseltmek gerekiyor.
Birleşik, örgütlü, eylemli bir mücadele ile emeğin kayıplarını belli ölçülerde telafi etmek, Şimşek programını püskürtmek, Erdoğan’ın emekçi halklarımıza dayattığı eksenin dışında bir mücadele çizgisi geliştirmek mümkün müdür? Bu soruya hem nesnel hem de öznel koşullar ekseninde, düşüncede ve pratikte olumlu yanıt verilebileceğini düşünüyorum.
Tam burada çok önemli, büyük ölçüde nesnel ama aynı zamanda 2023-2024 uğrağında öznel siyasal karşılığı da uç vermeye başlayan yeni bir “olanağa” işaret etmek istiyorum. 22 yılın sonunda AKP’nin ideolojik siyasal (“askeri vesayete”, “yolsuzluğa yoksulluğa son”, “AB değerlerini kabul ve uyum”, “Kürt sorununa çözüm” vb.) iddialarının hiçbir inandırıcılığı kalmamış, daha önemlisi kendisine oy veren emekçi seçmenin “reis emekliyi, emekçiyi ezdirmez” efsanesi gerçeğin sert kayasına çarparak tuzla buz olmuştur. 31 Mart seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi, en azından içgüdüsel olarak sınıfsal aidiyet ve mücadele eğilimi, emekçi sınıflar arasındaki etnik, dinsel, kimliksel kümeleşmelerin önüne geçmeye başlamıştır. 31 Mart, 14-28 Mayıs’tan farklı olarak siyasal düzlemde, yukarıdan kurulamayanın, aşağıdan, “taban”dan, bir ölçüde kendiliğinden kurulmuş olması bence açık biçimde sınıf sorununun bilinçlerde öne çıkmakta olduğunun göstergesidir.
Bugünkü durumun, birçok bakımdan çok farklı olsa da bir açıdan 1989-1990 dönemeciyle benzerlikleri var.
1989’daki Bahar Eylemleri ve 1990 büyük Zonguldak yürüyüşü ile emekçiler 12 Eylül sermaye saldırısının yarattığı muazzam reel gelir kaybını belli ölçülerde telafi etmişlerdi. Bu eylemlilik siyasal sonuçlar da doğurdu. 2001 kriziyle birlikte mevcut siyasal yelpaze paramparça oldu. ANAP, DSP silindiler. CHP dışındaki koalisyon partileri baraj altında kaldılar. Öte yandan, emekçiler için bir bahar havası estiren eylemlilik, esas olarak sosyalist ve sendika hareketlerimizin zaafları nedeniyle kalıcı bir emek seçeneğinin oluşmasını doğuramadı.
Bugün 1989-1990 kesitinde olana benzer biçimde Şimşek operasyonunu püskürterek kısmi kazanımlar sağlamak için olsun yapılmaması ve yapılması gerekenler var.
Dünya’da ve Türkiye’de Komünist Ufuk kitabımda, son 22 yıldaki 7 önemli uğrakta Erdoğan’ın siyasal inisiyatifi nasıl ele geçirdiğini açıklamaya çalışmıştım (s. 495-501). Tüm önemli dönemeçlerde, Erdoğan iktidar mantığı ve mekaniği açısından kendisi için en doğrusunu yaptı; toplumsal muhalefetin parlamentodaki temsilcileri ise toplumsal açıdan elverişli koşullara rağmen Erdoğan ve AKP iktidarına karşı etkili ve sonuç alıcı bir siyasal strateji geliştiremediler. Anımsayalım; AKP’nin tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğu yitirdiği 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra, CHP en değerli haftaları Erdoğan’ın Davutoğlu ile sahnelediği adı bile tuhaf oyalayıcı “istikşafi” görüşmelerle tüketti. HDP, Erdoğan’ın 7 Haziran’da kaybettiğini geri almak için dayattığı Kasım seçimlerine bakan verdi. Sosyalist sol, ağırlıklı olarak doğru bir pozisyon aldığı; seçimin ortaya çıkardığı olanağın parlamento dışı muhalefetle, aktif emekçi hareketiyle değerlendirilmesi gerektiğine işaret etmesine rağmen inandırıcı ve etkili olamadı.
Erdoğan’ın, “yumuşama” elma şekeriyle 2015 Haziran-Kasım döneminde yaptığına benzer biçimde oyalama, zaman kazanma, siyasal havayı kendi lehine değiştirme amacı güttüğü apaçık ortada.
Bu kez inisiyatifi ele geçirmek için, Şimşek operasyonunu ve “yeni anayasa” dayatmasını tüm içeriği ve mantığıyla, buna ortak olmak isteyenleri pişman edecek bir kararlılıkla reddetmek, Türkiye’nin NATO savaşlarına sürüklenmesine karşı çıkmak, emek odaklı mücadeleyi, doğrudan kitle eylemliliği ekseninde, mevcut gerici parlamentonun dışında ete kemiğe büründürmek gerekiyor.