Amerika Birleşik Devletleri’nin önceki başkanı Donald J. Trump görev süresi bittikten sonra farklı konulardan kaynaklanan eşzamanlı soruşturmalarla karşı karşıya kaldı. En önemli soruşturma Adalet Bakanlığı tarafından yürütülüyor ve Trump’ın devlet sırları ve istihbarat bilgilerini de içerdiği öne sürülen 700 sayfadan fazla gizli belgeyi yasadışı olarak elinde tutmasıyla ilgili. Geçtiğimiz hafta FBI bu soruşturma kapsamında Trump’ın Florida Mar-a-Lago’daki ikametgahında arama yaptı ve gizli belgelerin 300 sayfa kadarını ele geçirdi. İkinci bir soruşturma, Trump’ın 2020 seçimlerinde Georgia eyaletinde seçimlere müdahale etmesine odaklanıyor. Üçüncü olarak, Ocak 2020’de Trump yanlılarının kongre binasını işgali ve hükümeti devirme kalkışması var. Son olarak New York Başsavcısı, Trump’ın New York’taki mal varlıklarının değerini yüksek göstererek haksız krediler aldığına dair bir soruşturma yürütüyor. Sonuç olarak Trump, başkanlığı boyunca yürüttüğü idari faaliyetlerden, seçimler ve sonrasındaki siyasi eylemlerinden ve sivil hayatındaki iş ilişkilerinden sorumlu tutuluyor.
Geçtiğimiz haftalarda medyaya yansıyan bir başka tartışma konusu ise Finlandiya Başbakanı Sanna Marin’in bir gece kulübünde arkadaşlarıyla eğlenirken çekilen görüntülerinin medyaya sızdırılması, söz konusu partide uyuşturucu kullanıldığı şüphelerinin yayılması oldu. 34 yaşında göreve gelmesiyle dünyanın en genç başbakanı olan ve mütevazı yaşam tarzını sürdürmekte ısrarcı yanıyla Sanna Marin, alışılmış siyasi figürlerden belirgin bir biçimde ayrılıyor. Parti ve uyuşturucu kullanma şüphesiyle ilgili haberlere karşılık Sanna Marin uyuşturucu testi yaptırarak hem kendini yasal güvenceye aldı hem de seçmenlerinin güvenini tazelemeyi hedefledi. Şimdi bu iki örneğe bakarak siyasi sistemlerde olası aksaklıkların nasıl önüne geçilir, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma, makama uygunsuz davranış, kişisel çıkarların siyasete dahil edilmesi nasıl engellenir bunu düşünmek gerek.
KIZIM SANA SÖYLÜYORUM, GELİNİM SEN ANLA!
Demokratik sistemlerin anti-demokratik yönetimlere evrilmesinin, siyasi gücün ekonomik çıkara dönüşmesinin ve mevki sahibi olanın konumunu kişisel çıkarları yönünde kullanmasının önünde fren ve denge mekanizmaları olarak tanımlanan çeşitli engeller bulunur. Kuvvetler ayrılığı, seçim sistemleri ve seçimlerin düzenli yapılması, idari birimlerin dikey ve yatay olarak örgütlenme biçimleri, kurumsal özerklik, bütçe kısıtları, görev süreleri, şeffaflık gibi temel prensipler siyasi otoritenin bozulmasını engelleyen en önemli unsurlardır. Bunun yanı sıra çift kamaralı parlamenter sistem, veto yetkisi, parlamentodaki tartışmaların halka açık yapılması ve tutanakların düzenli bir biçimde yayınlanması da yine siyasi otoritenin kötüye kullanımının önüne geçecek mekanizmalar arasındadır.
Demokrasinin ve bütün bu kontrol mekanizmalarının işleyişini garanti altına alacak, olası bir sistemik çöküşü bertaraf edecek en önemli mekanizma ise hukuktur. ABD örneğinin de gösterdiği şey eyalet düzeyinden federal düzeye, siyasi soruşturmalardan sivil soruşturmalara kadar hukukun tüm alanları sistemin aksamadan sürdürülmesi için elzemdir. Finlandiya örneğine bakarsak da yetki sahibi bir güven boşluğuyla karşı karşıya kaldığında soruşturma ve benzeri hukuki süreçleri beklemeden kişisel olarak inisiyatifi ele alıp güven sağlayıcı tedbirleri alır, çünkü hukuk yalnızca kurumlar ve kurallardan ibaret değildir, aynı zamanda her bir vatandaşın bu sınırları içselleştirmesi, hak ve sorumluluklarına uygun davranmasıyla ilgilidir. “Nasıl olsa yakalanmadım, ispatlayamazlar, inkâr ederim, dokunulmazlığım var, bundan yırtarım.” demek yerine “Ne gerekiyorsa yaparım, kendim kendimi aklarım.” diyebilmek hukukun yalnızca bir yaptırım aracı değil, aynı zamanda toplumsal ahlakın kaynağı olduğu anlamına gelir.
Burada toplumsal ahlaktan ne anladığımızı da netleştirmemiz gerek. Toplumsal ahlak bireylerin tekil olarak ahlaki davranması olmadığı gibi, toplum tarafından dayatılan ahlak kurallarının kayıtsız şartsız kabulü de değildir. Adorno’dan aktarmak gerekirse, “Etik davranış veya ahlaki ve ahlaksızca davranış daima toplumsal bir fenomendir — başka bir deyişle, insanların birbirleriyle ilişkilerinden ayrı olarak etik ve ahlaki davranıştan bahsetmenin kesinlikle hiçbir anlamı yoktur; salt kendi için var olan birey de içi boş bir soyutlamadır.”[1] Ahlakla ilgili ikinci bir mesele de toplumsal ahlakın nereden kaynaklandığıdır. Bireyi toplumsal ilişkilerinde ahlaklı davranmaya iten toplumsal normlar, gelenekler ya da dini değerler olabilir; ancak bunların hepsinde bir görecelik söz konusudur. Hukuk, bu göreceliğin üstüne geçebilen, kişisel olmayan, yazılı olduğu için netlik içeren ve kurumlar aracılığıyla yaptırımı sağlanan bir ahlaki çerçeve sunar, en azından Weber’in ideal tipinde böyle olması beklenir.
SİYASİ DENETİM MEKANİZMASI OLARAK İFŞA
Türkiye aylardır organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in internet üzerinden yayınladığı ifşaları konuşuyor. Bu ifşalarda milletvekillerinden bürokratlara, gazete patronlarından iş insanlarına, Cumhurbaşkanı danışmanından köşe yazarlarına birçok dikkat çekici isim yer alıyor ve iddialar özetle siyaset ve sermaye arasındaki karmaşık, yasadışı ilişkilere, rüşvet ve yolsuzluklara odaklanıyor. 29 Ağustos itibariyle birçok muhalefet partisi de yargının bu iddialar ve ifşalarla ilgili olarak harekete geçmemesini eleştirerek savcılıklara suç duyurusunda bulundu. Bu ifşa sürecindeki acayiplik esastan değil usulden kaynaklanıyor, Türk siyaseti daha önce eşi benzeri görülmemiş bir denetim mekanizmasını ve bir ahlaki ikilemi deneyimliyor.
Türkiye’de siyasi yolsuzluk ya da ahbap-çavuş kapitalizmi olarak nitelenecek siyasi gücün ekonomik çıkar için kullanılması durumu bugüne özgü değil. 1990’lı yıllar hayali ihracat vakaları, banka hortumlamaları, İSKİ skandalı ve bunlara yönelik operasyonlarla geçti. Dolayısıyla bugünkü ifşalar esas olarak devlet ve piyasa, siyaset ve sermaye, politik gücün ekonomik çıkara dönüşmesi konusunda tarihsel bir sürekliliğe işaret ediyor. Ancak bugünü geçmişten farklı kılan, dolayısıyla tarihsel bir kırılmaya işaret eden unsur, bu yolsuzluğun peşine düşenin toplumdaki ve özellikle parlamentodaki muhalif güçler, bağımsız yargı sistemi, özgür medya ya da sivil toplum değil, düne kadar bu iktidarla sorun yaşamayan ama süreçte denklemin dışına itilen, bu yüzden de kişisel husumeti üzerinden siyasi bir misyon edinen organize suç örgütü liderinin olması. Haklarını teslim etmek lazım, bugüne kadar çeşitli gazetecilerin araştırmaları devletin farklı birimlerine nüfuz eden cemaatleri, yasadışı örgütleri veya kişisel iş birliklerini su yüzüne çıkardı, ama bunlar son ayların medyatik ifşaları kadar etki yaratmadı. Sedat Peker’in ifşalarına kadar neden siyasi partiler yolsuzluk bilgilerine ulaşıp suç duyurusunda bulunmadılar? Atanmış bürokratlar arasında bir tane, ama bir tane vicdanı sızlayan, görev bilip yolsuzlukları ayyuka çıkaran idealist bir uzman, bir müsteşar yardımcısı, bir denetçi çıkmadı mı? TÜSİAD üyelerinin hiçbirinin SPK’da işi olmuyor mu? Rüşvet sadece Mine Tozlu Sineren’den mi istendi? Türkiye’de faaliyet gösteren uluslararası örgütler, sivil toplum kuruluşlarının izleme değerlendirme faaliyetleri, bu ifşalara konu olan biçimlerde yanlış kaynak kullanımı ya da yetki aşımıyla karşılaşmadı mı? İnsan düşünmeden edemiyor, bilip de susanlar, neden sustular?
KÖTÜLÜĞÜN SIRADANLIĞI
Hannah Arendt, siyaset felsefesinin en güçlü metinlerinden biri olan Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te kitabında 1960 yılında Arjantin’de yakalanıp İsrail’e getirilen Nazi subayı Adolf Eichmann’ın yargılanma sürecini anlatırken, çok temel kavramsal çatışmaların da altını çizer. Öncelikle kanuni olan her zaman adil olan olmayabilir; kanunlar ve sorumlu kurumlar güçlünün hukukunu uyguladığında artık hukuktan değil, orman kanunundan bahsederiz. İkinci olarak bireyin görevini yerine getirmesi ve yetkisi dahilinde olanı yürütmesi daha büyük bir çerçevede yaşanan yozlaşmadaki sorumluluğunu azaltmaz. Sessiz kalmak, itiraz etmemek, yanlışa yanlış dememek de bireyi bağlayan bir tavırdır. Eichmann, kendini savunurken suçunun itaat etmek olduğunu, itaat etmenin erdemli bir davranış olarak yüceltildiğini söyler. Asıl suçlu liderlerdir, o yalnızca bir günah keçisidir. Bu da Arendt’i üçüncü bir kavramsal tartışmaya yönlendirir: Yanlış bir göreve itaat etmek, insan olmanın gerektirdiği vicdani yükümlülükle çeliştiğinde bireyin seçimi önemlidir. “Zira siyaset çocuk bakıcılığına benzemez, siyasette itaat ve destek aynı şeydir.”[2]
Türkiye birçok yönden zor günler geçiriyor. Yirmi yıllık siyasi istikrarın neden olduğu demokratik gerileme sivil haklar açısından bıçağın kemiğe dayandığı düzeyde. Ekonomik kriz milyonlarca hanenin geçimlik düzeyini, insana yakışır yaşam standardını tehlikeye attı, yıl sonunda enflasyon, döviz kuru ve fiyatların ne derece artacağı öngörülemiyor. En kötüsü de toplumsal sözleşme bozulmuş durumda, bir nevi çok cepheli bir iç savaş yaşanıyor; 85 milyon nüfustan rastgele iki kişiyi seçsek, mutlaka bir çatışma çıkacak gibi duruyor. Herkes birbirini, bir grubun yandaşı olarak görüyor. Bu kaotik hatta katastrofik ortamda birilerini suçlamak ya da felaketten fırsat yaratmak yerine, durup düşünmek, hukuk ve adalet, bireysel çıkar ve toplumsal sorumluluk, ahlakın bireysel ve toplumsal boyutları konusunda yeni bir anlayış inşa etmek gerek. Toplumsal sözleşmeyi güçlendirmenin yolu, tarihimizde çok yaygın olduğu gibi birilerinin yukarıdan kanunları ve kurumları yeniden inşa etmesini beklemekten değil, yediden yetmişe bir arada yaşamaya dair sorumluluk duygusunu toplumun her bileşeninde yeniden canlandırmaktan geçiyor. Geçmişteki kötülüklerden ders çıkarmak, iyileri örnek almak ve başka bir gelecek inşa etmek gerek. Toplumun her bir nüvesinde değişim şart!
[1] Adorno, Theodor W., Ahlak Felsefesinin Sorunları, Metis Yayınları, 2012.
[2] Arendt, Hannah, Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te, Metis Yayınları, 2009.