Bir sözcük halkı nasıl halk eder?
Adalet Yürüyüşü'ne katılmak isteyenlere eminim etrafından “aman katılma, başına bir şey gelir” diyenler olmuştur. Ancak oraya gidenler, artık kendi varlığının diğerlerinden “daha kıymetli” olduğu vehminden kurtularak gittiler ve orada “halk oldular”. Zira halkı iki şey yaratır. Bir, korkuya karşı zincirlerin kırılabileceği inancı. İki, artık canından başka kaybedeceği bir şeyin kalmadığına kani olması. İşte tam da bu iki koşulun da var olduğu dönemlerden geçiyoruz.
Tezcan Durna
Adalet Yürüyüşü üzerine çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Ayrıca iktidar katından doğru çokça suçlandı. Her ne kadar soyut bir kavram olsa da, adalet, yürüyüşle beraber ete kemiğe büründü; uzun zamandır korkuyla, baskıyla, sindirmeyle üzeri ölü toprağıyla örtülmüş bir halkın, tekrar siyasi bir aktör olarak sokakta boy göstermesini sağladı. Tam anlamıyla “adalet” halk olup yollara düştü. Her ne kadar uzun zamandır uykuda olan halkı Kemal Kılıçdaroğlu dürterek uyandırmış olsa da, aslında halk uykusunda sürekli kabuslar gördüğü için bu uykudan rahatsızdı. Zira “reis”in gördüğü rüyalar, halka kabus olmuştu. Ancak bu yürüyüş, bu defa “reis”in kabusuna dönüştü, dönüştü ki küçük insanlar, halkın sayısıyla ilgilenmeye başladı. Halbuki halk sayılmaz, halk olunur; Maltepe Mitingi'nde adalet halk oldu, halk da adalet oldu.
Bu girişi ne Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü ve mitingini azımsamak, ne de halk güzellemesi yapmak için yaptım. Sadece adalet sözcüğünde varlık bulan halk oluşu, Kıllıçdaroğlu daha nasıl iyi ifade edebilirdi, bunu anlatabilmek için bu girişe ihtiyaç duydum.
Kılıçdaroğlu’nu seven de sevmeyen de, onun hitabet yeteneğinin güçsüz olduğundan dem vurur. Lider, kitleyi harekete geçirebilmek için güçlü bir hitabet yeteneğine sahip olmalıdır zira. Gerektiğinde konuşmasını şiirle, meselle, çarpıcı bir sözle süslemesini bilmelidir. Zaman zaman da şu söylenir: Kılıçdaroğlu şu en az argoyla söylenebilecek “kurtlar sofrasında” fazla düzgün, fazla dürüst bir adam. O nedenle başarılı olamıyor. Ancak yalanın düzenin bini bir para olduğu şu “kurtlar sofrası”nda, en çok ihtiyaç duyulan şeyin “dürüstlük” olduğu da bu Adalet Yürüyüşü'yle iyice anlaşıldı. Bir şey daha anlaşıldı. Dürüst olmanın yanında cesaret de önemli bir şeydir ve elbette cesaret, çürümenin yaygın olduğu yerde sığınılabilecek en güvenli limandır. Zira korkmak aynı zamanda, insanı korkmayanlardan daha kıymetli olduğu vehmine sokar. Adalet Yürüyüşü'ne katılmak isteyenlere eminim etrafından “aman katılma, başına bir şey gelir” diyenler olmuştur. Ancak oraya gidenler, artık kendi varlığının diğerlerinden “daha kıymetli” olduğu vehminden kurtularak gittiler ve orada “halk oldular”. Zira halkı iki şey yaratır. Bir, korkuya karşı zincirlerin kırılabileceği inancı. İki, artık canından başka kaybedeceği bir şeyin kalmadığına kani olması. İşte tam da bu iki koşulun da var olduğu dönemlerden geçiyoruz.
Gelelim esas mevzuya, yani Kılıçdaroğlu’nun miting konuşmasına. Öncelikle konuşmanın meydanda toplanmış halkın coşkusuna denk coşkuda bir konuşma olmadığını söylemek gerekir. İlk giriş cümlesi “Aziz vatandaşlarım” yetersiz ve klişeydi. Elbette bazen klişeler güçlü olabilir. Ancak burada bu klişe değil, takip eden cümledeki klişe daha etkili olurdu başlangıç cümlesi olarak. O da “yol arkadaşlarım” klişesidir. Zira siz uzun ve meşakkatli bir yoldan gelmişsiniz, toplanmış kitleye hitap ediyorsunuz ve konuşmanın ilerleyen cümlelerinde üstelik de bunun daha bir başlangıç olduğunu işaret ediyorsunuz. O zaman bu konuşmaya “yol arkadaşlarım” klişesiyle başlamalısınız. Bu aynı zamanda adaletin imlediği eşitlik ilkesine de uygun bir giriş cümlesidir. Zira, bu yürüyüş Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü olmaktan çıkmış, halkın yürüyüşü haline gelmiştir. O zaman kimse kimsenin vatandaşı değil, herkes herkesin yol arkadaşıdır. Kılıçdaroğlu bu yürüyüşün sadece bir simgesidir, ki karakteri de bu simgeye çok uygundur. Madem sizi lider olamamakla suçluyor herkes, siz de yol arkadaşı olursunuz, yani eşitler arasındaki tek bir kişi. Adalet Yürüyüşü'nün tarihsel varlığı, tam da bu lider olamama handikabının aşılacağı önemli bir uğraktır.
Konuşmanın ilk cümlelerindeki “gönül dolusu muhabbetler gönderiyoruz” cümlesindeki çoğul eki halkla özdeşliğin kurulması açısından isabetliydi. Ancak bunun ardından bu ülkenin dört bir yanına, adaletsizliğin yapıldığı coğrafyalara, mekanlara isim isim anılarak orada toplanan kitlenin selamı gönderilebilirdi. Böylece aslında orada olmak isteyip de bir nedenle gelemeyip, binbir güçlükle çok kısıtlı medya kanallarından konuşmayı izleyen/dinleyen milyonların oradaymış hissi güçlendirilebilirdi. Ardından meydandaki kitleye “ne istiyoruz?” sorusu sorulup o yürüyüş sırasında klişe haline gelmiş “hak hukuk adalet” sloganı tekrar ettirilebilirdi. Böylece kitleyle hitap eden, (lider değil) arasındaki özdeşlik güçlenmiş ve hitap edenin simgesel varlığı kitlenin içinde daha güçlü bir biçimde varlık bulabilirdi. Bu strateji, somut taleple özgüveni yerine gelmiş halkın, bu özgüveninin daha da güçlenmesini sağlayabilirdi.
“Bu yürüyüş bir son değil, bizim ilk adımımızdır” cümlesi güçlü bir cümledir. Buradaki biz vurgusu, kitleyle özdeşliği kurarken, “ilk adım” da bu talebin devamının geleceği vaadini içeriyordu. Bu vaat kitleyi diri tutacak bir manivela etkisi yaratabilir. Zira bir kitle ancak somut talep/taleplerle halk olabilir. Adalet ise kitledeki heterojen (farklı/çeşitli) unsurların bir ucundan tutunabileceği hem soyut, ama içinden geçtiğimiz tarihsel bağlamda hem de somut ucu açık bir taleptir. Adalet, öyle bir taleptir ki bu tarihsel dönemde, hem haklı hem başka her türlü talebi biriktirip, toparlayıp kitlenin siyasal bir aktör haline gelmesine yol açabilir. Zira halk öncelikle Rancier’in de işaret ettiği gibi söylemsel olarak kurulur. Ancak bu kuruluşun ardından halkın siyasal bir aktör haline gelmesi için, taleplerin haklılığına inanması gerekir. Bu inancın zemin bulabilmesi için ise Türkiye’nin içinden geçtiğimiz tarihsel konjonktürü çok müsaittir. Zira artık ülkenin her yerinden adaletsizlik, her yerinden yalan, her yerinden riya ve düzenbazlık fışkırmaktadır. Yalanın ve riyanın bu kadar açık hale geldiği bir tarihsel dönemde, adalet talebi kadar meşru bir talep olamaz. Adalet talebi, zifiri karanlığı aydınlatan bir mum alevidir bu dönemde. Ancak bu mumu harlı ateşe çevirmek ısrar, inat ve cesaretle mümkündür.
Dokuz Temmuz’a atfedilen, “yeni bir iklim, yeni bir tarih” gibi sıfatlar yetersiz kalmıştır. Elbette sondaki “yeni bir doğuş” sıfatı kreşendonun tepe noktası işlevi görmüştür. Ancak ilk sıfatlar, kreşendonun zirvesine giderken çıkılan basamakların altlarında kalmıştır. Bu kreşendoyu daha ritmik hale getirecek ve finale hazırlayacak daha güçlü sıfatlar bulunabilirdi. “Yeni bir tarih” de “yeni bir iklim” de adalet gibi somut bir talebi tanımlamakta muğlak ve zayıf kalmıştır. Talebin somutluğunu güçlendirecek ve bu talebe bağlı başka talepleri birbirine bağlayacak daha güçlü sıfatlar bulunabilirdi.
“Neden ve kimin için yürüdük?” sorusuna verilen yanıtlar güçlüydü. Ancak daha da güçlendirilebilirdi. “Olmayan adalet için yürüdük” ilk cümlesi içinde bulunduğumuz tarihsel bağlam için güçlü bir çıkıştı. Adaletsizliğe uğramış toplumsal grupları ve meslek gruplarını saymak iyi bir stratejiydi. Örneğin Sözcü muhabirini doğum günü olması vesilesiyle hassaten anması, haksız yere içeride olan tüm gazetecilerin mesleklerinin dışında da insani varlığına vurgu yapması açısından iyi bir çıkış noktasıydı. Ancak “Maltepe Meydanı senin yanındadır” değil de “tüm Türkiye senin yanındadır” demek, hem talebin ve dayanışmanın kitleselliğini, hem de halkın özgüvenini güçlendirirdi.
Üniversiteden atılan hocalar için de yürüdüğünü hatırlatması elbette hukuksuz yere üniversiteden atılmış bu satırların yazarına güç verdi. Ancak bu hocaların özellikle “barış imzacısı” hocaların neden atıldığına değinmesi gerekirdi. Barış imzacılarının neden atıldığına değinmemesini “Kürt sorunu”na girmekten imtina etmesinden kaynaklandığını biliyoruz. Bu konuya girince zaten iktidardan sürekli terör örgütleriyle işbirliği yaptığı suçlamasına zemin hazırlanacağı kaygısı var olabilir. Ancak artık şu bilinmelidir: Siz kiminle yan yana yürürseniz yürüyün, iktidarın nezdinde, iktidarla birlikte yürümediğiniz sürece zaten “terörist”siniz. Burada ise adalet için yola çıkmak yeterince bir cesaret ise, artık bu cesaretin memleketin hangi müzmin sorununun neden, nasıl ve kiminle çözüleceğini dile getirmekte de gösterilmesi gerekir. Ayrıca böylece barış istemenin savaş çığırtkanlığı yapmaktan daha meşru olduğunu anlatmak bu kadar adalete susamış bir kitle önünde daha mümkündür. Bu imkanı Kılıçdaroğlu bu mitingde kullanamadıysa, yürünecek sonraki yollarda kullanmalıdır. Madem bu bir son değil bir başlangıçsa.
Kılıçdaroğlu’nun simgeleştiği Adalet Yürüyüşü kuşkusuz bir talebe yaslanıyordu. Yürüyüşün başlangıcında olayın odağında sadece talebin olması normaldir. Ancak yürüyüş bir talebin ötesine geçmiştir. Zira her türlü talep bir kuruculuğu vaat eder. Siz talep ettiğiniz şeyi, bir muhataba iletirsiniz ve onun yerine getirmesini umarsınız. Ancak siz “olmayan adalet için yürüdük” dedikten sonra, karşınızda bir muhatap olmadığını da belirtmiş olursunuz. O noktadan sonra o talebin muhatabı, bizatihi talepte bulunanın kendisi olur. Konuşmada adaleti, Maltepe Meydanı'nda toplanmış ve tüm ülkeyi simgeleyen halkın tesis edebilmeye ehil olduğuna olan inancın gücü eksikti. Eğer siz bu inancı halka iletemezseniz talebiniz, muktedirin elinde oyuncak olur ve size silah olarak döner. Buna kitleyi ve elbette tüm Türkiye’yi inandırmanın çok ince yolları bulunabilirdi. Kılıçdaroğlu bu ince yollardan birisinin kapısını araladı ancak, o kapıyı sonuna kadar açamadı. Bunu yapmak için Nuriye ve Semih’in açlık grevine değinmek bir kapı aralamaktır. Ancak bunun devamı getirilmelidir. Zira ortada bir ağır hukuksuzluk vardır ve bu hukuksuzluğun aktörleri de sıradan emniyet görevlileridir. Hukuksuzluğu uygulayanlar, bir gün sonra bizatihi kendileri de hukuksuzluğun muhatabı olabilmektedir. Kimler için yürüdük sorusuna bu güvenlik görevlilerini de eklemek yerinde bir strateji olabilirdi. Örneğin şöyle bir cümle, talebin, talep olarak kalması yerine kuruculuğu vaat etmeyi güçlendirebilirdi: “Nuriye ve Semih’i işlerine geri dönmek için başlattıkları açlık grevi nedeniyle hapse atanlar için de yürüdük. Zira onlar hukuksuzluğu emredenlere itaat etmek zorunda kalıyorlar. Onların hukuksuz emirleri yerine getirmek zorunda kalmayacakları bir hukuk düzenini kurmak için de yürüdük.” Bu vurgu iki yönden kıymetlidir. Bir, yapılan tutuklama ve işkencelerin hukuksuz olduğu, uygulayan aktörlere yeniden ve güçlü bir biçimde hatırlatılırdı. İki, bu hukuksuz emirlere olası itaat etmeme durumunda “sizin hukukunuz da bize emanet” denilmiş olurdu. Böylece, adalet talebi, talep olmanın ötesine geçer, kurucu bir nosyon haline dönüşerek, halkı daha çok halk olmaya doğru yönlendirebilirdi.
Adalet Yürüyüşü ve Maltepe Mitingi, adaletsizliğin, hukuksuzluğun, yozlaşmanın yaygınlaştığı bir siyasal ve toplumsal iklimde sokağın hak olduğunu halka yeniden hatırlattı. Bu hatırlayış Gezi sürecinde bir kere daha yaşanmıştı. Ancak bu defa despotizmin doruklarında ve adaletsizliğin yaygın bir fütursuzluk haline geldiği iklimde yaşandı. Bu son yürüyüş ve miting, devletle demokrasi, tiranla halk, azınlıkla çoğunluk arasındaki çelişkinin en açık biçimde ortaya çıkmasına yol açmıştır. Devletleşmiş bir iktidar demokrasiyi yok edecek bir anayasa “yapmış”tır. Üstelik tiran azınlığın halk çoğunluğu karşısında kendi yapmış olduğu anayasaya bile uymayacağını her defasında teyit etmektedir. Bu çelişkilerin derinliğini en açık biçimde ortaya çıkardığı için de tiranı bu kadar rahatsız etmiştir. Bundan sonraki adım, halkın gerçek bir anayasa yapması için güçlü bir biçimde inisiyatifi ele geçirmesidir. Bu özgüvenin bu halkta olduğu ortaya çıkmıştır.