Sinemaseverlerin aklında özellikle ‘Brooklyn’ filmiyle yer eden yönetmen John Crowley’in yeni filmi ‘Saka Kuşu’, yaşadığı bir dramla hayatı şekillenen, çalkantılı bir çocukluk döneminden sonra kendine çıkış yolu olarak, küçüklükten beri tutkunu olduğu sanatı ve kendisi için özel olan bir tabloyu seçen bir çocuğun yolculuğunu anlatıyor. Her ne kadar konunun kendisi ve ana çocuk karakterin özellikleri ilgi çekici gibi dursa da filmdeki iki dönem (Theo karakterinin çocukluğu ve yetişkinliği) arasındaki akış dengesizliği ve filmin bazen kontrol dışı polisiye dram gibi başka türlere kayması, ‘Saka Kuşu’nu izlenebilir, belli ölçülerde keyif alınabilir ancak zihnimizde ciddi bir iz bırakmayacak bir yapım haline getiriyor.
Henüz 13 yaşında olan Theodore Decker ve annesinin de bir gün gittiği ünlü Metropolitan Müzesi bombalı bir saldırıya uğrar. Annesini bu saldırıda kaybeden Theo, babası da onları uzun süre önce terk ettiği için koruyucu bir ailenin yanına verilir. Theo’nun bu yeni hayatında sığındığı tek şey annesinin hatıraları, müzede rastladığı ve etkilendiği bir kızın görüntüsü ve saldırı sonrası karışıklıkta çaldığı, bir saka kuşunu resmeden değerli tablodur. Bu tablo onun ileriki yaşamına yön verecek ve hayatında önemli bir yer tutacaktır.
DIŞLANMIŞ BİR KARAKTER..
Genelde içine kapanık ve çekingen bir ana karakteri anlatan filmler, bu karakterin iç dünyasını seyirciye hissettirmek için ya onun hayal dünyasını resmetmeye ya da ufak sinyallerle onun nelere karşı özel bir merak ve tutku sahibi olduğunu göstermeye ihtiyaç duyarlar. ‘Saka Kuşu’nda yaşadığı trajediyle yakın olduğu tek kişiyi kaybeden Theo karakteri, bize bu ikinci yol tarzında tanıtılıyor. Hayatında bir anda büyük bir boşluğa düşen bu çocuk karakterin, yeni hayatında ve ailesinde kendine yer bulmaya çalışırken, belki de tutunduğu tek dal, hatırasında çok derin bir iz bırakan, çok değerli (Hem sanatsal hem de maddi değeri açısından) ‘Saka Kuşu’ tablosu oluyor. Yönetmen adeta bu tablonun etkisinin altını çizmek için, ana karakterini, hayatını bir düzene koyup, biraz düzlüğe çıktığında, tekrar ‘aşağı çekiyor!’.
Örneğin Theo karakterinin emanet edildiği koruyucu aile, başta ona ‘geçici’ olarak (hatta ‘birkaç hafta kalacak’ sözünü duyuyoruz!) bakmak istiyor. Sonrasında, Theo ne zaman ki bu aileden beklemediği bir sevgi görüyor ve ailenin daimi bir üyesi haline gelmeye başlıyor, ortalıklarda hiç görünmeyen babası, sevgilisiyle gelip onu başka bir yere götürüyor. Aynı şekilde babasıyla mesafeli olan ana karakter, onunla gerçek bir ‘baba-oğul’ ilişkisi kurmaya başlamışken, aslında babasının sadece çıkarcı ve yalancı biri olduğunun farkına varıyor.
Ancak karşımızda olan da kesinlikle bir ‘acıların çocuğu’ örneği değil. Kuşkusuz Theo çok büyük kayıplar verip, çok kötü dönemler geçiriyor ama her zaman kendi ‘küçük dünyasını’ kuruyor, en azından kurmaya çalışıyor. Kısıtlı bir çevresi olsa da, arkadaş olduğu kişilerle oluşturduğu bağlar sağlam, derin hatta araya ne kadar zaman girerse girsin unutulan cinsten değil gibi duruyor.
YETİŞKİNLİĞE GEÇİŞ…
Filmde Theo karakterini özellikle iki dönemde görüyoruz: İlki değindiğimiz gibi 13 yaşında ve sonrasındaki birkaç ay… İkincisi ise 30’lu yaşlarda, tutkunu olduğu sanat eserlerinin pazarlamasını yapan, evlenmenin eşiğinde, düzenini kurmuş bir şekilde… Çocukken kendisi için önemli herkesi kaybettikten sonra kapısını çaldığı, antikacı James Hobart (Hobie) ona geçen zamanda bir anlamda hem babalık hem de ‘mentorluk’ ediyor, o da onunla beraber çalışıyor ve Hobie’nin satış işleriyle ilgileniyor.
Ana kahramanın hayatındaki iki kritik dönemin değişik uzunluklardaki ‘flash back’lerle (veya flash forward’larla)ve paralel kurguyla sunulmasına tabii ki hiçbir itirazımız olmaz ancak buradaki ‘zaman atlamaları’ o kadar dengesiz, o kadar alelade serpilmiş gibi duruyor ki, sanki iki ayrı film izliyormuş hissiyatına kapılıyoruz. Theo’nun çocukluk yaşını anlatan bölümler neredeyse bir saat sürüyor, iki zaman arasında hiçbir geçiş yapılmıyor. Sanki her bir yaşam dönemi kendi sonunu getirmeye çalışıyor. Hatta filmin asıl karakterinin Theo’nun yetişkin yaşını oynayan Ansel Elgort değil de çocukluğunu oynayan Oakes Fegley olduğunu bile düşünebiliriz. Geç gelen geçişler arasında ise özel bir estetik veya teknik beceri göze çarpmıyor, hikaye(ler) düz bir şekilde akıyor.
Theo’nun yetişkin yaşını anlatan bölüm yani filmin ikinci bölümü, ana karakterin bir sır gibi tuttuğu özel tablonun nasıl tekrar çalınmaya veya kullanılmaya ‘açık’ olduğunu hissettirirken aynı zamanda aradan uzun bir zaman geçmiş de olsa, onun hâlâ incitilmeye, tehdit edilmeye ve ihanete uğramaya ‘hazırlıksız’ olduğunun altını çiziyor. Müşterileriyle pazarlık yaparken son derece profesyonel, soğukkanlı ve olgun bir tavır takınan ana karakter hâlâ içinde, annesinin ölümünden kendisini sorumlu hissetmesinden kaynaklanan bir suçluluk ve sürekli arayışında olduğu gerçek ‘sevgi’ eksikliği duygusunu taşıdığı için her an ‘kırılma’ veya ‘dağılma’ tehlikesi yaşayan bir kişi gibi de görünüyor.
Bütün bu karakterin derinlikli yönlerine rağmen, yönetmen filmin tonunda bir değişim yapıyor ve hikayeye bir entrika katarak neredeyse polisiye bir dram yaratmaya koyuluyor. Sorunlu bir karakterin değil de, sanki sorunlu bir karakterin bulaştığı belaların hikayesini izlemeye başlıyoruz. Adeta kendi bedenin bir parçasıymış gibi sürekli yanında tuttuğu ama asla açığa çıkarmadığı ‘Saka Kuşu’ tablosunun tehlikeye girmesiyle, Theo kendi karakterine tamamen ters hareketlerde bulunuyor, en olmadık düşmanlarla karşılaşmak zorunda kalıyor. Bu bölümler belli bir tempo taşısa da dediğimiz gibi yine başka bir film izliyormuşuz hissiyatı veriyor.
JOHN CROWLEY SİNEMASI…
Aslında bu tür aksamalar, yönetmen John Crowley’in sinemasında her zaman kendini gösteren semptomlar taşıyor. Yönetmenin ‘Brooklyn’ gibi diğer filmleri de tabii ki belli bir düzeyin üstündedir, oyunculuklar açısından başarılı performanslar taşır ve dönem yaratma becerisi, sanat yönetmenliği neredeyse eksiksiz gibi görünür. Ancak iş ne zaman senaryonun kıvraklığına, olayları sağlam bir yere bağlama veya karakterlerin zor seçimlerinde ‘gerçekçi’ bir hava oluşturmaya gelir, film boşluklar vermeye başlar. Crowley, özenli bir şekilde yarattığı kendi dünyasında huzurluyken, filmine daha ilginç olaylar katma hevesiyle kendi sınırlarının dışına çıktığında, senaryo yolunu bulmakta zorlanır. Bu filmde de olayların bu tür akışı belki uyarlandığı roman içinde tutarlı görünüyordu ama bu filmde hiç de aynı izlenimi bırakmıyor.
Oyuncular genelde başarılı performanslar sergiliyorlar. Theo karakterinin iki ayrı yaşını oynayan Ansel Elgort ve Oakes Fegley gayet başarılılar ancak dediğimiz gibi, beklenilenin aksine sanki aslan payı daha çok çocuk oyuncu Fegley’e aitmiş gibi duruyor. Koruyucu anne rolünde Nicole Kidman, sorumsuz baba rolünde Luke Wilson, onun itici sevgilisini canlandıran Sarah Paulson ve onun ‘mentor’una hayat veren Jeffrey Wright gerçekten inandırıcı ve derinlikli portreler çıkarıyorlar.
‘Saka Kuşu’, başarısız bir film tabii ki değil. Ancak değindiğimiz bütün artılarına rağmen, senaryosunda bizi filmden uzak tutan bir ‘soğukluk’, karakterlerle aramıza giren bir ‘kopukluk’ hissiyatı eksik olmuyor. Kısacası sadece ‘izlenebilir’ bir film!
SAKA KUŞU/ THE GOLDFINCH
Yönetmen: John Crowley
Oyuncular: Ansel Elgort, Oakes Fegley, Nicole Kidman, Jeffrey Wright, Luke Wilson, Sarah Paulson, Willa Fitzgerald, Aneurin Barnard…
Ülke: ABD