Dindar/muhafazakâr kenar mahalle ahalisine dair daha önce dört
beş yazı kaleme almıştım. Bu kez 23 Haziran İstanbul oylaması
bağlamında, seçimlerle ilişkili olarak aynı konuya devam etmek
istiyorum.
İnsan, yalan söyler, söyleyebilir. Daha doğrusu, hiç yalan
söylemeyen, buna gerek duymayan birileri yoktur herhalde. Tabii,
Türkiye’de yaşıyoruz; çoğunluğun kusursuzluğuna, hatasızlığına,
dürüstlüğüne iman ettiği bir toprakta. ‘Özeleştiri’ yapmak
denildiğinde, “En kötü huyum hep dürüst davranmak,” diyenlerin
memleketi. Fakat söyleyenin de inanmadığı bu tip yalanları bir yana
bırakırsak, arada bir küçük yalanlar söylemenin büyük suç/günah
olduğunu düşünen yoktur tahmin ediyorum. “İnan bir türlü zaman
bulamıyoruz, yoksa hep gelmek istiyoruz aslında, sor bak, öyle
değil mi Müfit?” Eh Müfit ne desin şimdi! Ya da, “Yaa geçen
aramışsın, şimdi fark ettim!” “Tünele giriyorum, çekmiyor, sonra
arayayım.” “Yalan söyleyenleri hiç sevmem, hiç!” Sen neden
söylüyorsun peki?! “Durumu biliyorsun, olsa vermez miyim?” Bir de,
biz taze terör iltisaklılarının, yani KHK’lilerin sık maruz kaldığı
bir vaziyet var ki, anmadan olmaz: “Abi inan nasıl üzülüyorum bu
duruma anlatamam, lanet olsun ya! Hadi be, pasaportta mı
vermiyorlar!” Of Allah’ım, ya sabır.
Öyle bereketli ve matrak bir konu ki bu, bir çırpıda sayfalarca
örnek yazmak mümkün. Tabii, yalanın zamanı, koşulları, masumiyet
derecesi, dile gelme sıklığı, sonrasında yaşanan irili ufaklı
vicdan muhasebeleri ya da o muhasebenin hiçbir zaman yaşanmaması...
Tabii, içeriği. Günlük yaşama dair bir yalan mı, yoksa politik mi?
Söylendiğinde kime ne zararı olacak? Olacak mı? Yoksa gülümsemeye
yol açan çocuksu bir ‘hâl’ mi? Kötülük mü. Naiflik mi? Bu yazının
konusu, tahmin edilebileceği gibi ‘kötücül’ olanlar. Naif ya da
‘beyaz’ rengi çağrıştıranlar değil. Bir siyaset yapma biçimi
olarak, yaşam tarzı ya da ilişki kurma tarzı olarak yalan söylemek.
Haliyle o yalanı, yaşamın olağan akışının bir parçası haline
getirip olağanlaştırmak.
Yalan, yalnızca bir muhite, herhangi bir ideolojiye ya da
kültüre, mesleğe özgülenemeyecek bir davranış biçimi. Örneğin,
birileri çıktı, doğru olmadığını bile bile insanları birbirine
düşürme ihtimali içeren ve yeryüzünün herhangi biri noktasında
gerçekleşmesi neredeyse olanaksız ‘Kabataş fantezisi’ yalanını
yazdı, çizdi, dolaşıma soktu. Biri çıkıp hiç sıkılmadan “İzledim,
çok vahim görüntüler ne yazık ki!” deyiverdi. Aylarca miting
meydanlarında kullanıldı. Olmadığını bile bile, “Görüntüler var,
açıklayacağız,” denildi. Yalnızca üç beş oy almak, bir iki yarım
akıllıyı ikna etmek için milyonlarca insanı tahrik etme potansiyeli
olan ifadeler cilalandı. Camide içki içilmesi hikâyesinde olduğu
gibi. Sayısız örnek var. Fakat, örneğin o anormal Kabataş fantezisi
bir kişiyi bile sokağa dökmedi. Hiç kimse tepki göstermedi. Çünkü
hiç kimse inanmadı. Buna mukabil, o ‘aslında inanmamak,’ yalanı
dile getirenler için bir dezavantaja da dönüşmedi. Hiç bir zaman
dönüşmüyor. Bir yalan söyleniyor. ‘Aslında’ hiç kimse inanmıyor. Ve
bunun bir karşılığı olmuyor! Karşılığı olmayan söz konusu zırva,
bazen aylarca gündemi meşgul edebiliyor.
Doğru, yalan söylemenin Alisi Velisi yok ancak kenar
mahallelerde, göreli rahat dolaşıma sokulabildiğini ve daha fazla
alıcı bulabildiğini düşünüyorum. Daha doğrusu, gözlemleyebiliyorum.
Dolayısıyla söyleyenler ne yaptığını bilerek başvuruyorlar bu
araca. Diğeriyle karşılaştırılırsa, daha ‘kapalı’ bir dünyadan söz
ediyorum. Olup bitenden habersiz değil; neredeyse bir ilke, biraz
da zorunlu olarak ilkeleştirilmiş bir ‘kapalılık’ bu. Yoksa cep
telefonu, sosyal medya araçları vs. elbette mevcut. O mecralarda,
belli kesimlerin birbirini takip etmesi ve bunun kapalılığı
güçlendirdiği gerçeği bir yana, yalnızca sosyal medya ya da diğer
iletişim araçlarıyla ilişkili olmayan bir yaşam biçimini anlatmaya
çalışıyorum. Apaçık gerçekler dahil, kendisini, kendisine
benzemeyen herkes ve her şeye kapatmak. Başlangıçta belki de bir
zorunluluk ya da çaresizlik gibi görüneni zamanla sever hale
gelmek. Belli bir dünya görüşü ve günlük alışkanlıklarda donup
kalmak.
Yalnızca iktidar seçmeni değil mesele. ‘Kapalılık’ niteliğine
örnek olarak, arada bir diyaloğum olan tanıdık SAADET (Saadet
Partisi)’lilerden örnek vereyim. Seçmen kitlesi AKP tabanına en
yakın görünmesine karşın oy vermeyen kemikleşmiş bir ‘muhalif’
seçmen tabanına sahip. SAADET ilginç bir siyasal parti. Çok şey
elde edebilecekken, şu dönemin en kârlısı olabilecekken, AKP’ye
yaklaşmayı ve ittifak kurmayı ısrarla reddettiler. SAADET, aldığı
oy oranıyla ters orantılı etkiye sahip. Bu yüzden iktidarı çok
öfkelendiriyorlar. İstanbul belediye başkanı adayının iki çocuğunun
da işten çıkarıldığını okumuşsunuzdur. Ben, siz, Çamlıca Cami
hakkında bir eleştiri yöneltsek işitmediğimiz hakaret kalmaz; buna
mukabil Karamollaoğlu eleştirince ‘vay din düşmanı’ demek, kolay
değil haliyle. Tanıdıklarım olduğu için değil yalnızca, ancak sırf
şu direnç nedeniyle SAADET’lilere sempati duyduğumu inkar edemem.
TBMM’de iki milletvekili var ve diğerini tanımasam da, aynı tertip
KHK’li olduğum Cihangir İslam’ın, inançlı kesim için de, SAADET
için de hayli ayrıksı ve ayrıksılığı ölçüsünde önemli bir ‘inançlı’
figür olduğu kanısındayım.
Her neyse... Kuşkusuz SAADET'liler de diğer parti seçmenleri
gibi homojen (birörnek) değil. İçlerinde daha açık düşünceliler
olduğu gibi, tam da yukarıda betimlemeye çalıştığım kapalılıktan
mustarip olanlar da var. Kuşkusuz çok sınırlı olmakla malûl kişisel
tanıklıklar üzerinden gideyim: Örneğin biri, kendisini ‘hocacı’
olarak tanımlıyor ve hareketin başlangıcı olan siyasetçiye duyulan
olağan saygının ötesinde, Erbakan’ın kırk yıl önce söylediği her
sözcüğe bugün de aynı değeri veriyor. İyi de kırk yılda bir şeyler
değişmiş olmalı! Olup biten ne var yok, tümünü Siyonizmle ve
Siyonistelerle açıklamak? Bir diğeri, çok aklı başında bir şeyler
söylemesinin ardından, AKP’lilerin gayrimüslimlerle fazla muhabbet
halinde olduğuna dertleniyor! Aklını fikrini Ermenilerle bozmuş
olanlar var.
Söz ettiklerimin yaklaşımı, bir ulusalcınınkinden farklı olduğu
için özellikle ayırma ihtiyacı hissediyorum. Ulusalcı, örneğin
‘soykırım’ ifadesinden nefret ediyor ve zihinsel bakımdan Sevr’de
kalmış durumda. Bugün sevmediği kim varsa, Kavala, Demirtaş şu bu,
hepsi zaten onlar Sevr’in devamı! Diğeri, yalnızca başka dinden
olduğu için antipati duyuyor. Hatırlayın “van minüt” çıkışını. O
tepki, o sözler ve yüz ifadesi ve özellikle dindar kesimde
yarattığı coşku, İsrail devletinin faşizan uygulamalarına mıydı,
yoksa ‘Yahudilere’ mi yönelikti? Ne dersiniz? Fakat aynı insan bir
Ermeni ya da Musevi’yle komşu olup ondan alışveriş de yapabilir
rahatlıkla. Sorsanız, iyi adam, diyebilir. Diğer yandan sevmemesi
‘gerektiğini’ düşünüyor! Düşüncesini, algılarını ‘kapatmış’
insanlardan söz ediyorum. Kendi içinde mutlu mu bilmiyorum ancak
öyle olduğunu düşünüyor hiç olmazsa. Burada “Her camia için aynı
şey söylenemez mi?” sorusu gelebilir tabii. Bana kalırsa “Hayır.”
Çünkü bu bir ölçü meselesi, her dünyanın kapalılığının kendi öznel
ölçütleri var. Zaten yazının konusu da ‘her camia’ değil!
Kurulduğu günden bugüne AKP’ye oy veren bir yakınım, AKP’yi
benden çok daha sert eleştirebiliyor. Fakat o eleştirilerin tümü
Erdoğan’ın ‘çevresine’ yönelik. Yani, hayranlık duyduğu liderinin
bir hatası yok, fakat çevresi bir felaket. Buna inanıp inanmadığını
kestiremiyorum her zaman, fakat hiç olmazsa, ‘dili varmıyor’
diyeyim. Duymak istediğine, düşünmek istediğine inanırmış gibi
yapıyor muhtemelen. Hiçbir çıkarı olmadığını bildiğim bir diğerine,
“Sen bu kadar yalanı, bu kadar hakareti doğal mı karşılıyorsun?”
sorusunu yönelttiğimde; “Olur mu canım, ama siyaset işte, yapılıyor
böyle şeyler,” dedi. Siyaset işte!
Daha bugün, yaşadığım ilçenin merkezinde seçim çalışması yapılan
mekânda yaşlıca bir kadının sözlerine tanık oldum. Elinde Binali
Yıldırım’ın seçim broşürü, CHP standının önünden geçerken
“İmamoğlu’na verecekmişim, hadi be, oylarımızı çaldı hırsızlar
resmen,” dedi. İnanıyor muydu söylediğine, hiç emin değilim. Ancak
inansa da inanmasa da herkesin doğru olmadığını bildiği, YSK’nin
şeyinde (kararında) de yer alamayan bir durumu dile getirmekten
sıkılmıyordu.
İletişim kurulmalı farklı düşünen toplumsal kesimler arasında,
doğru. Birlikte ve insan gibi yaşam mücadelesinde bu bir
zorunluluk. İyi hoş da, söz konusu olan ideolojik/siyasal
farklıklar hakkındaki anlaşmazlıklar değil ki. İşin o kısmı çok
daha kolay. Katılır ya da katılmazsınız, ortada konuşacak bir şey
olur. Karşınızda, gözünüzün içine baka baka yalan söyleyen biri
varsa ve söyleyen, hiç olmazsa o yalana yürekten inanmış gibi
davranmayı tercih ediyorsa ne yapacaksınız?
Kapalılık, bu sorunu büyüten en temel niteliklerden biri
sanırım. Bu konu üzerine biraz daha kafa yormak iyi olabilir.
Yalanla başa çıkmak, göründüğünden zahmetli. Kendi içine kapanmış
muhitlerde daha da çileli. En somut gerçeği dile getirdiğiniz anda,
o gerçeğin hiçbir anlam ifade etmediğini görebiliyorsunuz. Can
sıkıcı ama çare yok, uğraşmak gerek...
Yazı önerisi: Bu kez Gazete Duvar okuruna, Diken’den bir yazı!
Levent Gültekin’in ‘bir tür dindarlığa’ yönelik eleştirisini
buraya bırakıyorum.