Bir 'terör' filmi: Hotel Mumbai
Tarihsel bir olayın bir sinema filmi olarak resmedilişi -nesnenin doğası gereği- olayı kronolojisinden, neden-sonuç ilişkisinden koparılmış gibi gösterilmesi tehlikesini taşır. İzleyicide, sanki olaylar olmadan önce her şey çok güzel ve cennet dünyada sorunsuzca yaşıyormuşuz da bu olayla birlikte bıçakla bu dünya kesilivermiş hissiyatı verir. Filmde, kulaklıktan eylemcileri motive eden örgüt başının Afganistan’daki Taliban yönetimine karşı yapılan Amerikan ve Rus saldırılarını bir “neden” ortaya koyması bu boşluğu doldurmayı amaçlamış. Bu sayede, eylemcilere bir intikam motivasyonu dikte etmeye çalışması aslında bize de olayın bağlamını aklımızda tutmamız ve fantastik bir film içinde değil de tarihsel bir film içinde bulunduğumuzu hatırlamamız anlamında ipucu görevi yapıyor.
Özgür Apak
Sosyoloji konusunda ülkemizin en önemli hocalarından biri olan Kadir Cangızbay'ın BirGün Gazetesi'nde yayınlanan yazılarından iki alıntı ile başlamak istiyorum yazıya. İlki 26.12.2015 tarihli bir yazı:
" ‘Terör’ tam tamına dehşet, ‘terörizm’ de yine tam tamına ‘ tedhiş/tedhişçilik’; yani, insanları beklemedikleri, kendisine karşı koymak üzere ne psikolojik ne de fizik olarak hazırlıklı olmadıkları bir şiddete maruz kılarak yıldırıp sindirerek mefluç hâle getirme..."
İkincisi ise 11.06.2011 tarihli yazısından:
"...Önce şunu bilsinler ki, gerilla bir isim, terörist ise sıfattır: Adam, elinde silah, karşısındaki silahlıyla çarpışıyor, onun karakolunu basıyor; ister haydut, eşkıya veya isyancı de, ister gerilla veya özgürlük savaşçısı, burada terör söz konusu değil, terörist diye de biri yoktur. Ama adam tutar da dağda çarpıştığı, karakolunu bastığı adamın çay içtiği mekana, diyelim subay mahfeline bomba koyuyor, ya da oranın garsonunu kaçırıyor veya öldürüyor; işte bu terör eylemidir, tabiî bunu yapan da terörist."
Neden bu tanımlarla başlıyoruz yazıya, önce onu izah edelim: Hocamızın da dediği ve ayırımını yaptığı gibi terör bir eyleme biçimidir; bir örgüt biçimi değildir. Elinde silahı olmayan ve herhangi bir çatışmanın birincil şahsı olmayan insanların üzerine gelişi güzel bir şekilde ateş açıp tarayarak yapılan bir eylemin kendisi, kör bir şiddettir. Dolayısıyla terör örgütü diye bir şey yoktur; terör eylemi vardır. Kimse böyle amaçsızca şiddet uygulamak için örgüt kurmaz; ancak bu tür eylemleri yaparak amaçlarına ulaşmayı düşünebilirler.
Hotel Mumbai filmini anlamanın temel koşulu filmin temelini oluşturan 2008 yılındaki eylemi anlamakla başlar. O gün, 10 terör eylemcisi bir çatışma ya da cephe savaşı değil sadece ve sadece önceden belirlenmiş yerlere giderek, ideolojileri gereği Dar-ül Harb* olarak nitelendirilen, yani kendilerinden olmayıp ve öldürülmeleri mübah sayılan, yani İslam olmayan dünyanın geri kalanını makineli tüfeklerle tararlar. Kendini savunma yoktur; çatışma yoktur; sadece öldürme üzerine bir eylemdir bu... Eylemin en dehşet verici yanı bu rastgeleliğidir.
2004 yılında kurulan ama asıl faaliyetine 2006'da Bağdadi'nin örgütün başına geçmesiyle başlayan IŞİD'den tanığız, bu İslami şiddete. Gerek Suriye'de gerekse de ülkemizde gerçekleştirdikleri terör eylemleri bir yana, şiddeti ifade edilemeyecek boyuta taşıyan videoları ile de bize görsel terörü gösterdiler. Sosyal medyayı bir terör silahına çevirerek etkin kullanması, IŞİD'in aynı zamanda eleman bulma yöntemiydi de...
Tarih boyunca yaşanan her ideolojik ve dini terör eylemi belli bir "dinsel, kutsal/kurban, günah keçisi" ayrımının toplumsal dinamiklerinden beslenir. Hemen her tür ideoloji bir noktada "masum insan yoktur" mottosu ile aşırılık girdabına girebilir; bu yalnızca İslam'a özgü değildir elbette. Misal Kızıl Kmerler veya Hutu-Tutsi ayrımı ile Rwanda Katliamı buna bir örnektir. Diğer yandan bir de devlet terörü vardır ki, o da tüm gücünü "İstisna yaratma yetkisi"nden alır. Fakat konuyu o kadar genişletmeden filmimize geri dönelim.
Film, başrol kahramanımız olan garson Arjun'un ayakkabısını bulamadığı için işe -biraz da gecikerek- sandaletle gitmesi ve de şefinin onu azarlayarak ayağının kanamasına neden olan daha küçük bir ayakkabı giydirerek çalıştırması ile başlıyor. Bu ayakkabı simgeselliği film boyunca devam eden izleklerden biri. Arjun, kendi dini ritüeli gereği Hint sarığını çıkarmayan bir genç; evli ve bir çocuğu var. (Arjun/Dev Patel, Milyoner filmi ile ünlü olduysa da ben şahsen "Marigold Oteli'nde Hayatimin Tatili" filminden bu yana oyunculuk olarak çok severim.)
Arjun bir yandan teftiş edilirken, kente gelmiş 10 terör eylemcisi de ayrı ayrı taksilere binerek, eylemlerini gerçekleştirecekleri mekanlara doğru yol alırlar. Kulaklıklarından sürekli emirleri ve telkinleri gönderen bir örgüt elebaşısının sesi duyulur, film boyunca. Filmin en önemli özelliklerinden biri bu telsiz konuşmalarının, gerçek eylemdeki konuşmaların virgülüne bile dokunulmamış gerçek diyalogları olması. Arjun'un çalıştığı otel şehrin en önemli otellerinden biridir ve sürekli ülke dışından gelen çok önemli misafirleri ağırlar. Bu anlamda 11 Eylül'de yıkılan Dünya Ticaret Merkezi Amerika için ne anlama geliyorsa, bu otel de benzer bi anlamı taşıyor Hindistan için.
Paralel kurgu "tam bu esnada diğer tarafta ne oluyor" duygusunu en iyi veren kurgu biçimi olduğundan filmin anlatım omurgasını oluşturuyor. Çok katmanlı filmlerde, yani birden fazla hikayenin anlatıldığı ve sürekli ileri gidip çizgisel bir zamanla başlayıp biten değil de anlık olarak filmin geçtiği dünyada bir çok kişi ve hikayenin merkezdeki olaya dahil olduğu filmlerde, filmin tansiyonunu tutmak ve kronolojiyi takip etmek anlamında iyi bir çözüm. Bu filmde, kurgu o kadar dengeli ki, arada bize nefes aldırmayı ihmal etmemiş yönetmen.
Arjun, oteldeki teftişe katılırken, Zahra ile evli olan ve yeni doğmuş çocukları ile tatile gelen David otele giriş yapmak için yoldadır. Otelin yemek şefi Oberoi, ekibe "Misafir tanrıdır (bizdeki Müşteri velinimettir gibi)" fikrini anlatmaktadır. Kadınlarla parti yapmaya bayılan eski Rus ordusu mensubu Vasili otele girmek, eylemciler yerlerine geçmek üzeredir... Tam burada filmin akışına çok etki edecek bir şey olur ve Şef Oberoi, özel hizmet isteyen Vasili'nin odasına Rusça bilen, içkilerden anlayan ve fakat sabahki düzensizliğinden dolayı kızgın olduğu Arjun yerine başka birini verir.
Filmin girizgahı bu şekilde kurulduktan sonra ilk eylemler başlar ama otele sıçramasına daha vardır. Önce halka açık bir yerde gelişigüzel insanlar taranmaya başlar, şehrin polis kuvvetleri zayıftır; eylemciler de bunu bilirler zaten ve hayli fazla sayıda insanı öldürürler. Çıkan galeyandan kaçan insanlar otelin kapısına gelir ve hala arkalarında olan eylemcilerden kurtulabilmek için otele sığınmak isterler ve bu esnada otel çalışanları farkında olmadan bu kalabalık grupla birlikte asıl eylemi gerçekleştirecek teröristleri de içeri alırlar... Otelin hikayesi böyle başlıyor.
Filmin bundan sonrası dur durak bilmeyen bir gerilim ve aksiyonla dolu: Ara sıra otelin dışında gelişen olayları gösterse de, genellikle otelin içerisinde; odaların, lobinin, katların, merdivenlerin muazzam kullanıldığı sahnelerle devam ediyor. Yani mekan kullanımı çok iyi; otelin yapısını kurbanlar ve avcılarla birlikte siz de aynı gözle, o anda öğreniyorsunuz. Aslında filmin başrol oyuncusu otelin ta kendisi. Buna ek olarak kamera, oyuncuları da çok dengeli bir şekilde resmediyor; belli bir yoruma açık kapı bırakan yakın çekimler abartılmamış; herhangi bir oyuncuyu çok yakına alıp gözümüze sokmadan, daha çok geniş planlar ile anlatıyor derdini yönetmen. Zaten filmin temelini gerçek olaylar oluşturduğu için, yönetmenin kendi özgün hikayesi ile gerçek olaylar arasında iyi bir denge tutturması filmin inandırıcılığı açısından hayli önemliydi; bence bunu çok iyi başarmış.
Diğer yandan filmin izleyici tarafından algılanışı hayli problemli geldi bana. Gerçekte, internette bolca yapılan izleyici yorumlarındaki gibi İslam ve Müslüman kötülemesi yapmıyor film. Ne var ki, eylemi gerçekleştiren ve film boyunca yapılan telsiz konuşmalarında da duyduğumuz gibi motivasyonları İslami cihad anlayışı olan insanlar bunlar. Eylem başlı başına, kim yaparsa yapsın korkunç bir eylem olduğuna göre, tarihsel olarak yönetmenin aslında var olmayan bir olayı veya var olmamış insanları anlatmadığını hesaba katmak gerekiyor. Bir örnek, "Katyn ormanı Katliamı" veya "Gulag Takım Adaları" üzerine film çektiğinizde de bu sefer komünizm ve Sovyet rejimine gönül vermiş insanlar benzer negatif tepkileri gösteriyor; peki gerçekte bunları yok mu sayalım? "Gerçek Komünizm bu değil" demek bir işe yarar mı?
Müslüman izleyicilerin alınganlık göstermek yerine İslam'ın bu şekilde bir yorumunun da bulunduğu gerçeğiyle yüzleşmeleri uygar dünya adına bir gelişme olurdu. Bunu biz 20 Temmuz'da Urfa'da ve 10 Ekim'de Ankara'da görmedik mi? Bu dünyada yaşayıp IŞİD'den bi'haber kalabilir miyiz? Misal, Paris Katliamı'nı yok mu sayalım? "Gerçek İslam bu değil" demek önümüzdeki koca problemi çözmüyor; gerçeğinin ne olduğu kim tarafından belirleniyor? Dolayısıyla olgu ile olay arasındaki farkı öğrenebilmemiz gerek.
Ayrıca bu yorumların aksine, yönetmen ve aynı zamanda senarist Anthony Maras önce Kolonyal Emperyalizm'in kibrini göstererek başlıyor filme. Amerikalı adamın yemek salonunda "dana eti" istemesi ile başlayan diyaloğun sonrasında eşinin "burası Hindistan" diyerek konuyu bitirmesi çok önemli bir sahne. Gezmeye gittiği ülkenin kültürünü, ahlakını, inancını hiç merak etmeyen, değerlerini ciddiye almayan, sadece kendi yaşamına ve taleplerine odaklanan kibir yumağı bir Amerikalıyı aptal konumuna düşürüyor.
Bir diğer sahnede ise gizli bir odaya saklanan otel misafirlerinden biri olan İngiliz kadın ile Arjun arasında geçen diyalog: Öncesinde bir otel çalışanı Arjun'a, "başındaki sarığın insanları korkuttuğunu ve çıkarması gerektiğini" söylüyor. Arjun sarığını çıkartmak yerine kadınla sarığı hakkında konuşmaya gidiyor ve korkusunun önyargıdan kaynaklandığını gösterip olayı yumuşatıyor. Senarist/yönetmen bu diyaloglar ile İngiliz kadının kibrini, önyargısını ve cehaletini gözler önüne seriyor. Bu iki önemli sahne, yönetmenin kendini konforlu liberal tarafta konumlandırmadığını göstermek adına oldukça açıklayıcı; fazlası militanlık olurdu zaten.
Elbette tarihsel bir olayın bir sinema filmi olarak resmedilişi -nesnenin doğası gereği- olayı kronolojisinden, neden-sonuç ilişkisinden koparılmış gibi gösterilmesi tehlikesini taşır. İzleyicide, sanki olaylar olmadan önce her şey çok güzel ve cennet dünyada sorunsuzca yaşıyormuşuz da bu olayla birlikte bıçakla bu dünya kesilivermiş hissiyatı verir. Filmde, kulaklıktan eylemcileri motive eden örgüt başının Afganistan’daki Taliban yönetimine karşı yapılan Amerikan ve Rus saldırılarını bir “neden” ortaya koyması bu boşluğu doldurmayı amaçlamış. Bu sayede, eylemcilere bir intikam motivasyonu dikte etmeye çalışması aslında bize de olayın bağlamını aklımızda tutmamız ve fantastik bir film içinde değil de tarihsel bir film içinde bulunduğumuzu hatırlamamız anlamında ipucu görevi yapıyor.
Buna ek olarak yönetmen, filmin ilk sahnelerinden itibaren otel çalışanı Arjun’un ve genel anlamda Hindistan’ın oteldeki şatafatla zıtlık oluşturan yoksulluğunu da gözümüze sokmadan anlatıyor. Otel çalışanlarının resmedilişinde, aslen sömürüye dayalı bir sisteme zorunlu/gönüllü katılımın varlığını yok saymıyor. Özellikle resepsiyon görevlisi kadınların olduğu sahne, bize olağanüstü şartlarda bile iş kimliğinden sıyrılamayan çalışan kesimin ruh halini gösterebilmesi anlamında çok önemli. Yani aslında filmi bağlama yerleştirebilme anlamında bu sahneler eksiklikleri gideriyor.
Bir diğer konu da şu ki, film klasik-erkek egemen kahraman klişesini kullanmamış. Olaylar esnasında çok önemli kararlar alan ve ani refleksler geliştiren erkekler olduğu gibi kadınlar da var. Tüm olayın ana kahramanı olan beyaz/lider/erkek klişesi bu filmde geçerli değil. Ana kahraman sarıklı bir Hintli garson, bir diğeri çocuğunu sağ kurtarmaya çalışan Müslüman kadın ve bebeğin bakıcısı olan bir diğer kadın.
Tüm bu olayların içindeki zıtlıklara ve kahramanlara baktığımızda ise asıl ifade edilmek istenen şu oluyor: Terörize etmeyi amaçlamış bir şiddet karşısında hepimiz eşitiz!
Velhasıl, özellikle bir kahramanı seçip, sizi onunla özdeşleştirmeye zorlamadan; genel olarak olayların içerisinde size yol göstermekten fazlasını yapmadan; her bir kahramanı -buna eylemciler de dahil- iyi ve kötü/mantıklı ve mantıksız yanları ile bir bütün olarak resmederek, didaktik ve yüksek perdeden söylemlere de bulaşmadan anlatılmış, nefis bir hikaye.
Ek olarak hareketli çekimleri ve estetize edilmemiş şiddet sahneleri filmin en önemli özelliklerinden biri. Bana göre gerçekte yaşanmış korkunç bir olayın dehşetini ifade etmenin en iyi yolu Hollywood usulü, neredeyse hiç kan gösterilmeyen Marvel filmi gibi sahneler değil; gerçeklikle kolayca yer değiştirebilen Hanekevari şaşırtıcı -beklenmedik- şok edici ham şiddet sahneleri kullanmak. Çünkü burada yönetmenin amacı tarihsel bir olayı anlatmaktan fazlası; filmin görüntü kurgusu yoluyla kurbanlarla birlikte o dehşet anlarını izleyiciye yaşatmak istiyor.
Bizi, yaşadığımız hayattan filmin süresi boyunca koparıp, kendi hikayesini yaşatmaya zorlamayacaksa sinema neden vardır ki zaten?
*Dar-ül Harb: Arapça’da ev, “mahalle, bir kavmin konakladığı veya yerleştiği yer” anlamına gelen dâr kelimesi mecazi olarak “kabile” mânasını da ifade eder. İslâm hukukunda ise “İslâmî veya İslâm dışı bir yönetimin hâkimiyeti altındaki ülke” anlamında kullanılır (İbn Âbidîn, III, 247). Buna göre bir ülkenin İslâm veya küfre nisbet bakımından niteliğinin tayin ve tesbitinde temel ölçü yönetim ve hâkimiyettir. Dârülharp, klasik İslâm hukuku kaynaklarında “küfür yönetiminin hâkim olduğu ülke” (Haccâvî, II, 7), “kâfir liderin emir ve idaresinin yürürlükte olduğu ülke” (Kuhistânî, II, 311) şeklinde tarif edilmiştir. Buna göre dârülharp, İslâm dışı devlet ve yönetimlerin hâkimiyet alanını, faaliyet ve hukuk düzenlerinin uygulama sahasını ifade eder. Başka bir deyişle İslâm siyasî hâkimiyetinin sınırları dışında kalan, yönetim ve hukuk düzeni İslâm esaslarına uymayan her ülke dârülharptir. İslâm hukukçuları devletin ülkesini tarif ve tesbit ederken dünyayı iki kısma ayırmışlar, devletin siyasî, iktisadî, idarî ve hukukî düzeninin İslâm esaslarına dayandığı, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin İslâmî otoritenin elinde bulunduğu ülkelere dârülislâm, İslâm düzeninin hâkim olmadığı ve bu yetkilerin Müslüman otoritenin elinde bulunmadığı ülkelere de dârülharp adını vermişlerdir. (İslam Ansiklopedisi)