Bir üniversite açalım, adı İbn Haldun olsun!

O kadar İbn Halduncusunuz, o zaman onun sözlerine kulak verin. İbn Haldun, siyasetçilerin kişisel olarak ticaretle uğraşmasının kaçınılmaz olarak haksız rekabeti ve yolsuzluğu getireceğini savunuyor, bu yüzden bu durum yasaklanmalıdır diyordu. Siyasetçinin ekonomik faaliyetten men edilmesi hak getire, ekonomik faaliyetin ana ilkesinin iktidara yanaşmak olduğu bir ülkede yaşıyoruz.

Abone ol

Çağlar Karaca

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İbn Haldun Üniversitesi’nin açılış töreninde “Auguste Comte gibi sorunlu şahısların fikirleri kabul görürken, İbn Haldun mahkûm edilmiştir” demiş. İbn Haldun’u kim mahkum etti bilmiyorum. Fakat bu karşılaştırmada o bilindik, “yok yere meşhur edilmiş Batı düşünürleri ile ah o kıymeti bilinmeyen Doğu düşünürleri” klişesinin, düşünce hayatımızın sırtına bir kambur gibi binen ve zihinsel tembelliklerimize kılıf uyduran o asırlık klişelerden birinin dışa vurumunu fark etmemek mümkün değil. Neden Comte’la İbn Haldun’u karşılaştırdığını düşünüp, uzun süre bir sonuca varamadım. Sonra olsa olsa şöyle bir alt düşünce vardır diye düşündüm: “Sosyolojiyi Auguste Comte mu kurdu sanıyorsunuz, bir kere onu İbn Haldun kurdu!” Yani biraz, “Amerika’yı Kristof Kolomb değil Müslümanlar keşfetti”dekine benzer bir çıkış. Neyse, bu konuları Kadir Mısıroğlu daha iyi bilir. İlber Ortaylı gibi cahillik skalasından dem vurmaya başlamadan konuya gelelim; İbn Haldun’un mirasına.

Erdoğan: Auguste Comte gibi sorunlu şahıslar kabul gördü

İbn Haldun’u kimler okudu? İbn Haldun’u Batılılar okudu. Osmanlı’nın Katip Çelebi gibi reformcu aydınları okudu. Cumhuriyet döneminde Marksistler İbn Haldun okudular. Tabii okumak derken, İbn Haldun’un düşüncelerini etüt etmekten, yorumlamaktan, geliştirmekten söz ediyoruz ve bu bir ihtiyaç meselesidir. İbn Haldun’un Cemil Meriç’in düşüncelerine etkisi nispeten iyi bilinir, fakat örneğin Marksist teorisyen Hikmet Kıvılcımlı da Mağripli düşünürden bir o kadar etkilenmiştir (1). İbn Haldun insanın doğayla ve insanın insanla girdiği ilişkilerin evrimini ele alan ve toplumu sistematik bir bilim dalı inşa etmek yoluyla inceleyen ilk düşünürdür denebilir. Haliyle toplumsal problemlere çözüm bulmak isteyen, kapitalizm öncesi toplumun dinamiklerini anlamak isteyen aydınlar İbn Haldun’a döndüler, onu yeniden ve yeniden keşfettiler. İbn Haldun’da Montesquieu’nün coğrafi determinizmini, Vico’nun tarihî sarmallarını, Marx’ın emek-değer teorisinin nüvelerini gördüler.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İbn Haldun Üniversitesi'nin açılış törenine katıldı.

İbn Haldun’un eserleri Batı'da 19'uncu yüzyıldan itibaren ismi verilmeden yapılmış parça parça çevirilerle tanınmaya başladı. Engels’in Tarihte Zorun Rolü olarak bilinen kitabında, şiddetin tarihte ilerlemelerin yanı sıra kimi zaman da gerilemeleri de getirebileceği düşüncesine dayanak olarak verilen bir örnek, Endülüs Araplarını İberya Yarımadası'ndan kovan barbar kavimlerin üretici güçlerin gelişiminde gerilemeye yol açmasıdır. Bu konuda Engels’in verdiği ayrıntılar İbn Haldun’un çözümlemeleriyle örtüşüyor ve Engels’in kuvvetle muhtemel İbn Haldun’un eserlerinin bu isimsiz çevirilerini okuduğuna işaret ediyor. 20'nci yüzyılda, bu kez İbn Haldun’un başyapıtı Mukaddime’nin bir bütün olarak Batı dillerine çevrilmesinin yankıları ve tartışmaların zenginliği öylesinedir ki bu yazının sınırları içerisinde ele almak imkansızdır. Batılılar İbn Haldun’u okudular demişken, İbn Haldun’un Batı'daki etkisi dar entelektüel çevrelerle de sınırlı kalmadı. 1980’li yıllarda, ABD’nin muhafazakar başkanı Ronald Reagan konuşmalarında İbn Haldun’a referanslar veriyordu. Şu alıntıyı yapıyordu Reagan: “İmparatorluk yükseliş dönemindeyken vergi oranları düşük, gelirler yüksektir. İmparatorluk çöküşe geçtiğinde ise vergi oranları artar, gelirler ise düşer.” ABD başkanının İbn Haldun’u tarihsel bağlamından kopararak kendi neo-liberal politikalarına malzeme yapmasını bir yana koyacak olursak, bu konudaki argümanın aslı şu şekilde: İbn Haldun vergiler yükseldiğinde gelirin azalacağını, çünkü yüksek vergi ödeyen bireylerin elinde kalan para azaldığında, insanların kültürel etkinliklere ilgisinin düşeceğini, bunun sonucunda ekonomide küçülme gerçekleşeceğini öngörüyordu. Böylece gelirlerin giderek azaldığı ve azalan gelirin vergideki sonuçlarını telafi etmek üzere vergi oranlarının giderek arttığı bir sarmalın gerçekleşeceğini vurguluyordu.

İbni Haldun’u bizden kim çaldı peki? (2)

İbn Haldun bir hanedanın doğal ömrünün dört kuşakta tamamlanacağını söylüyordu. Osman Gazi’yle başlayan hanedanın Sultan Bayezid’le fetret dönemine girdiği göz önünde bulundurulursa, bu öngörü İbn Haldun’un yaşadığı dönemdeki Osmanlı hanedanı için bir bakıma doğrulanmıştır da. Osmanlı aydınının imparatorluğun son iki yüzyılındaki derdi ise can çekişen devleti kurtarmak oldu. Bu nedenle geç dönemin aydınları İbn Haldun’u çöküşle birlikte gelen toplumsal sorunlara çözüm bulabilmek için okudular. Katip Çelebi onun kuramsal fikirlerini geliştirmeye ve Osmanlı toplumuna uyarlamaya çalıştı. Tarihçi Naima ve siyaset adamı Ahmed Cevdet Paşa da aynı doğrultuda hareket ettiler. Buradaki sancı, kendi gelişim yasalarına sahip olan ve adeta bir organizma gibi doğal ömrü olduğu varsayılan devlet egemenliğini sürdürme hususunda, bir birey olarak aydının yaşadığı paradokstur. Yani hem devletin çöküşünden sakınmak, hem de devletin akıbetinin deterministik gerçekliğine bilimsel açıdan boyun eğmek durumunda kalan aydının yaşadığı ikilemdir.

.

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise, Mukaddime’nin üç farklı çevirisi İbn Haldun’u kimin hangi dönemde okumak istediği konusunda genel bir fikir veriyor. İlk çeviriyi Zakir Kadirî Ugan, genç cumhuriyetin bir mütercimi olarak yapıyor. Ardından 70’li yıllarda Turan Dursun Mukaddime’nin büyük bir kısmını çeviriyor ve iki cilt Sol Yayınları tarafından yayınlanıyor, ancak Turan Dursun’un öldürülmesiyle bu çeviri projesi yarıda kalıyor. Son dönemde yapılan çeviri ise ilahiyatçı Süleyman Uludağ’a ait. Bir anlamda muhafazakar aydınların yakın zamanda artan İbn Haldun ilgisini gösteriyor.

İbn Haldun’u teleolojiye, yani tarihteki her gelişmeyi nihai erekler açısından yorumlayan düşünce yanlışına göre yorumlamaktan kaçınmak gerekiyor. Örneğin, burjuvazinin henüz bir sınıf olarak doğmadığı bir dönemdeki görüşleri, kapitalizmi yaratacak koşullar açısından tartışıldığında, bu teleoloji yanlışına kolaylıkla düşülebilir. İbn Haldun’un ekonomik görüşleri “pre-kapitalist” dinamiklere indirgenecek olursa, Mukaddime’deki toplumsal analizin zenginliği gözardı edilmiş olur. Yine de bazı Sovyet tarihçiler dahil olmak üzere, kimileri İbn Haldun’u tarihin düzçizgisel ön kabulleri üzerinden ele almış, hanedanın “feodal” otoritesi karşısında insanın bireysel girişimciliğini ve yaratıcılığını savunan bir hümanist olarak çizmiştir. Halbuki, bir dönem Türkiye’deki sosyal bilimler tartışmalarında hayli yakıcı bir konu olan, “feodalizm-Asya tipi üretim tarzı” tartışmasının kavramlar setine sığmayan bir içerik söz konusu İbn Haldun’un tarihsel analizinde.

Bu analizin çok yönlülüğüne bir örnek vermek gerekirse, İbn Haldun bedevilik ve hazarilik kategorilerini toplumsal aşamalar olarak ele alır; bunlardan birincisi göçebe toplum, ikincisi yerleşik düzene geçmiş toplumdur. Düşünürün içinde bulunduğu 14'üncü yüzyılda, bu iki toplumsal aşamanın bir arada bulunduğunu, göçebelikle ve yerleşiklik arasında diyalektik bir ilişki olduğunu görüyoruz. İbn Haldun mülkiyet birikimiyle açıkladığı medeniyetin kaçınılmaz olarak yozlaşma getireceğini ve bu nedenle asabiyete, yani kan bağına sahip insanlar arasındaki dayanışmacı ilişkilerin, mülkiyetin etkisi altında bireycileşmiş insana karşı üstün olduğunu savunur. Bu analizde yabancılaşma veya modernizm karşıtlığı ekseninde okumalar yapılabileceği gibi, göçebelikle yerleşik toplumun sentezine dair modern tarih kuramları arasında bağlar üzerinde de durulabilir. Ümit Hassan, bu tarihsel kategorileri eski Türklerde kandaşlık ilişkilerinin gelişimine uyarlamıştır. Türkiye’nin en önemli sosyalist teorisyenlerinden Hikmet Kıvılcımlı ise medeniyetin her daim kandaşlık aşısına ihtiyaç duyduğunu, Türkiye tarihinde ordunun rolünün bu çerçevede açıklanabileceğini öne sürüyordu. Türkler, İslam medeniyetine onun yarı-göçebe askerleri –kimi zaman kölesi, kimi zaman da efendisi- haline gelmek suretiyle dahil olmuştur. Buna bağlı olarak Kıvılcımlı ordunun rolünün izlerinin bu tarihsel kökenlere kadar sürülebileceğini savunmuştur. Türkiye solunda Kıvılcımlı’nın darbeci olup olmadığına yönelik tartışmaların temelinde de onun bu tespitleri yatar.

Kısacası, İbn Haldun’un tarih kuramı derin ve çok yönlüdür ve İbn Haldun’u kendi ideolojinizin rengine boyamaya kalkarsanız geriye ondan çok az bir şey kalır. Çünkü belirttiğimiz gibi, bu onu teleolojik olarak yorumlamayı getirecektir. 20'nci yüzyılda Roger Garaudy gibi sosyalizm-İslam sentezi savunucusu düşünürler İbn Haldun’u Batı merkezli tarih okumalarının anti-tezi olarak öne çıkarıyordu. Öte yandan, son döneme bakıldığında ise, İslamcıların kapitalizme ideolojik entegrasyon sürecinde, hem Sünni Müslüman, hem de “liberal” olarak addedilen İbn Haldun’u kendilerine bayrak edindiklerini görüyoruz. Piyasacı İslamcılığın yükselişe geçtiği ülkelerin üniversitelerinde yazılan, çoğu da birbirinin kopyası olan bir sürü İbn Haldun makalesi bu doğrultuda dolaşıma sokulmuştur. Bir başka deyişle, bugünün İslam-piyasa bütünleşmesi taraftarı akademisyenler İbn Haldun’u kendilerine global burjuva ideolojisinde yer açmak için kullanıyorlar. İbn Haldun’u işlerine geldikleri gibi çarpıtarak, kırparak ve basitleştirerek şöyle diyorlar: “Bakın İslam dünyası aslında ne kadar da kapitalizmle uyum içerisindedir, bakın İslamın özünde radikalizm değil, ılımlılık, liberalizm filan gibi değerler vardır.” Dolayısıyla “mahkum edilen” İbn Haldun Batı dünyasına “hatırlatıldığında” ya da İslam dünyasına bir zahmet İbn Haldun’u hatırlamaları rica edildiğinde, oksimoronik bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Yani diyorlar ki İbn Haldun’u Doğu medeniyetinin bir üstünlüğü olarak sunacağız, ama bunu yaparken de İbn Haldun’un Batılı meziyetlerini ve Batı kapitalizminin ilkelerine uygun önermelerini öveceğiz! Nereden tutsan elinde kalır.

İbn Haldun’un Batıda daha kapsamlı bir şekilde ele alınmış olduğu gerçeğine hayıflanabilirsiniz. Bizim düşünce hayatımıza etkisi, gerek Osmanlı, gerekse de cumhuriyet döneminde dönem dönem cılız bir şekilde yansımış olsa da, onun düşünceleri hiçbir zaman yaygın olarak okunup tartışılmamıştır. Küreselleşme macerasındaki İslamcıların İbn Haldunculuk furyasında ise, bu tarihsel uğraklarla bir bağlantı, Osmanlı düşünce dünyasındaki İbn Halduncu etkilere dair elle tutulur bir yaklaşım dahi görülmez. TÜRGEV tarafından kurulan İbn Haldun Üniversitesi’nden de fazla bir şey beklemeye gerek yok ki üniversite daha faaliyete başlamadan yolsuzluk iddialarıyla gündeme gelmiş durumda. Öyle ki o kadar İbn Halduncusunuz, o zaman onun sözlerine kulak verin. İbn Haldun, siyasetçilerin kişisel olarak ticaretle uğraşmasının kaçınılmaz olarak haksız rekabeti ve yolsuzluğu getireceğini savunuyor, bu yüzden bu durum yasaklanmalıdır diyordu. Siyasetçinin ekonomik faaliyetten men edilmesi hak getire, ekonomik faaliyetin ana ilkesinin iktidara yanaşmak olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bilal Erdoğan’ın vakfına Arap sermayesinin akıttığı şaibeli paralarla, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün arsası üzerine üniversite açıp, bir de adını İbn Haldun koyuyorsunuz. Madem adına Reza Zarraf Üniversitesi diyeydiniz.

İbn Haldun on dördüncü yüzyılda biyolojik evrimle ilgili hipotezler ortaya atacak kadar büyük bir düşünürdü. Mukaddime’nin sayfalarında, olayların maddi temellerini tuhaflık derecesinde çağını aşan bir dehayla ortaya koyan bir düşünürün görkemli sistematiğine tanıklık eder okuyucu. Onların petro-dolarlarla finanse edilen üniversitelerindeki bağımsız düşünebilme erdeminin yakınından geçmemiş memurlar mı İbn Haldun çalışacaklar? Geçiniz.

Comte'un Osmanlı'ya mektubu: Müslüman dehadan kuşkum yok

(1) Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm, İstanbul, Bibliotek Yayınları, 1988.