Bugünlerde yine İstanbul’da birileri kepçelerin önüne dikilmiş
direniyor. Bu kez kurtarılmaya çalışılan kentin son yeşil
alanlarından biri. Ve orada kurulan bir doğal yaşam alanı.
Cihangir ile Tophane arasında kalan, set üstünden nefis deniz
manzaralı, Roma Parkı denilen o boş ve yeşil alandan söz ediyorum.
Yıllardır cümle müteahhittin, yerel yönetimin hatta kamu
kuruluşlarının iştahını kabartan alan. Genç yaşlı, kent
sakinlerinin gece gündüz takıldığı park… Birkaç sene önce, semtin
bir grup sakini bu parkın eğimli ve pek de kullanılmayan bir
bölümünde bir bostan kurdu. Ve o bostanda, emekle, dayanışmayla bir
hayat yeşerttiler.
Şimdi belediye, Roma Parkı’nda sosyal alanlar inşa etmek için
bütün bu emeği kazıyıp atmak istiyor. İşte o nedenle kendilerine
‘Roma Bostanı İnsanları’ diyenler kepçelerin önüne dikildi. Çevik
kuvvetli, iş makinalı sinir savaşının sonunda iş makinaları
çalışmaya koyulmuştu ki parka adını veren tarih daha ilk hamlede
kendini gösterdi. Bizans sarnıcının hatırına, arkeolog gelene kadar
inşaat durdu. Sonra elle kazarak devam edecekler…
Roma Bostanı İnsanları’nın şimdilik elde ettikleri tek şey bu
inşaatı biraz yavaşlatmak. Ama olsun, onlar sabır insanları. Kentin
hayhuyuna, betonun katılığına, aç gözlü rantın iştahına ve yerel
yöneticilerin anlayışsızlığına karşı sabırla direniyorlar
yıllardır. Doğadan, dayanışmadan güç alıyor, başka bir hayatın da
mümkün olduğuna inanıyorlar. Küçücük bir arsada bir hayat yeşerten
bu insanların kente öğreteceği çok şey var.
Onlarla birlikte kutladığım Hıdrellezde biz misafirler
unuttuysak hatırlamıştık, sızlanmak yerine üretmek, umutsuzluğa
kapılmamak ve kendi bahçeni yetiştirmek gerektiğini... O ünlü
hikayede anlatılan, geleceğe kalsın diye durmadan fidan diken
ihtiyarın neslinden geliyor onlar. Ya da Voltaire’in kahramanı
Candide’e ‘Bunlar güzel sözler ama bahçemizi de
yetiştirmek gerek’ diyen İstanbullunun torunları olmalılar… Hiçbiri
değilse bile Margareth Atwood’un, Tufan Zamanı’ndaki
Bahçıvanlar ile mutlaka bir akrabalıkları var. İnsanlığın
doğaya müdahale ede ede hilkat garibelerinin cirit attığı bir
cehennem yarattığı bir dünyada geçen o müthiş romandan söz
ediyorum. Bir binanın çatısında yetiştirebildikleri ürünlerle kendi
içine kapalı, ama mutlu bir hayat kuran ve dayanışma ile dış
dünyanın korkunçluğundan kendilerini bir nebze olsun korumaya
çalışan Bahçıvanlar…
Roma bostanı insanlarıyla birlikte kutladığım o Hıdrellezde
biraz yardım ile kendiliğinden yetişen eriklerden, çileklerden
tadarak, bir avuç da olsa ilgiyle, emekle yetiştirilip adeta bir
botanik parkına dönüşmüş o yeşilliğin arasında otururken bunları
düşünmüştüm. Şimdi bostan varoluş mücadelesi verirken bir kez daha
hatırlıyorum, biraz hüzün çokça kızgınlıkla…
Çünkü Belediye Roma Parkı’na el atmış vaziyette. Aslında
aleyhinde iptal davası açılmış bir planı uygulamaya koyup üç katlı
bir sosyal tesis yapmak istiyorlar. Son dönemin modasına uygun
biçimde biraz eski Türk mimarisini çağrıştıracak üst katı ahşap bir
sosyal tesis tasarlanıyor. Proje fena halde Sedat Hakkı Eldem’in
Taşlık Gazinosu’nu çağrıştırıyor. Tıpkı Roma Parkı
gibi, beş altı kilometre ileride, Maçka sırtlarında denize nazır,
1980’lere kadar İstanbulluların nefes aldıkları o yeşil alan.
90’larda satışa üstüne Swiss Otel’in inşa edilmiş, Eldem’in
kitaplara girmiş gazino binası ise otelin içinde bir replikayla
‘korumaya’ alınmıştı… İstanbul’un bu acıklı hikayelerinden biri
daha adım adım, apaçık tekrarlanıyor. Belediye, parkın tamamına
değil, şu sıralar otopark olarak kullanılan alana bina yapacağını
iddia ediyor. Böyle bir binaya ihtiyaç var mı gerçekten?
Roma Bostanı İnsanları’ndan Sevil Baştürk geçenlerde Açık
Radyo’daydı. Serkan Ocak ve Mehveş Evin’e anlattı, “Bizim son
ihtiyacımız sosyal tesis” diye. Şöyle diyor Sevil Baştürk: “Bizim
son ihtiyacımız sosyal tesis. Sadece o sokakta altı tane kafe var.
Toplamda 350 tane kafe bulunan Cihangir’de son kalan yeşil
alanımızın sosyal tesis olması anlamsız. Ne bir deprem toplanma
yerimiz var ne başka bir şey. Biz bu yeşil alanın başka bir şekilde
değerlendirilebileceğini göstermek için yaptık Roma Bostanı’nı.
Orada bir yeşil alan yarattık, permakültür uyguladık. Dört mevsim
ürün alabildiğimiz bir yer. 15 çeşit ağacımız, 28 tür bitki var.
Beş yıl içinde orada bir gıda ormanı yaratmaya çalışıyoruz.”
“Şehir insanı olarak ‘biz ne yapabiliriz’ dediğimiz zaman
kendimize nefes alacak alanlar yaratmak zorundayız. Biz burada çok
ciddi emek verdik. Bilimsel bir iş yapıyoruz ve yaptığımız şey
ortada. Burada dört mevsim ürün aldık, bunlarla göçmen dayanışma
mutfağında yemek yaptık, sokak çocuklarına yemek yaptık… yani biz
orada hobi bahçesi yapmıyoruz. Kent insanı olarak taşın altına
elimizi koymamız gerektiğini göstermek için, bir şeyleri
değiştiremiyorsak bile en azından kendi mahallemizdeki eko sistemi
değiştirebiliriz, bunu gösterebilmek için bunu yaptık.”
İşte bu çabanın kendiliğinden yeşerdiği bir yerde, yerel
yönetimden beklenen şey ‘işbirliği’ olmalı. Evet, Roma Parkı’nın
daha bakımlı, daha güzel olmaya ihtiyacı var. Onu bu biraz toz
toprak ve kirli paslı haliyle bile gece gündüz kullanan bir semt,
çok daha iyisini kesinlikle hak ediyor. Ama içindeki iyi niyeti,
başarılı projeyi, emek ve dayanışmayı kovarak değil. Sivil toplum
gibi şeylerden azıcık haberi olan bir yerel yönetimin bu insanlarla
işbirliği yapması beklenir. Bırakın Cihangir’deki parkı korumayı,
onların yaptıklarını kentin diğer semtlerine, parklarına yayması
gerekir. Ama bizde işler öyle yürümüyor nedense…
Şimdi onlar ne mi yapıyor? Toprağı işlemeye devam ediyor, kışlık
ürünlerini ekmeye hazırlanıyorlar. “İnsanlar gelsin bize katılsın,
çabuk büyüyen fidanlar getirsin. En büyük talebimiz bu”
diyorlar.
Evet, kesin! Onlar Candide’in aklını başına
getiren o dervişin torunları… (Bilgi için:
www.romabostani.org)