Coğrafi olarak “iki adımlık” mesafedeki eski şehire yıllardır yolu düşmemiş, düştüyse de aylaklık edecek cesareti, isteği olmamış tedirgin, meraklı ve şaşkın bakışlar karşısında eski şehir taşralı bir uzak akrabadır. Hayata birlikte başladığınız fakat zamanla yollarınızın ayrıldığı, arkanızda bıraktığınız bu akrabayla karşılaşırsınız orada.
Yıllardır Ankara’nın eski dokusuna, “hafıza yürüyüşü” dediğim geziler yapıyorum. Bazen kendi başıma, bazen de bir meraklı topluluğuyla… Eski dokudan kastettiğim, “yoktan var edilmiş” olduğuna inandırılmaya çalışıldığımız başkent Ankara’nın türlü medeniyetten, kültürden, nüfus yapısından, topografyadan, iklimden, fauna ve floradan nasibini alarak zenginleşmiş çok katmanlı yapısı. Bu çokkatmanlılığı, yani kentsel palimpsesti “Ankara: İyi kalpli üvey ana” başlıklı yazıda daha ayrıntılı olarak anlatmıştım. Madem ki bir süre daha şehrin görmüş geçirmiş çehresinden uzak kalacağız, fırsat bulmuşken biraz oralardan bahsedeyim istedim.
Dediğim gibi, ben şehrin eski dokusuna, Ulus’a, Kale tarafına, İsmetpaşa’ya, Altındağ’a ve hatta Keçiören’e belli aralıklarla giderim. Kavaklıdere, Küçükesat, Etlik, özellikle de Aşağı ve Yukarı Eğlence gibi eski Ankara’nın sayfiyesi olan, şenlikli yaz akşamlarına şahitlik eden, vaktinde su kenarına inşa edilmiş, kapılarında mutlaka birer eşeğin bağlı olduğu bağ evleriye nam salmış semtlere de… Etlik tarafındaki, artık eskiye dair bir iz kalmamış bağlık semtlere bu eğlenceli isim, tasasız sayfiye günlerine atfen verilmiştir. Keçiören’de bağ sahibi olmak Ankaralı aileler için ayrıcalıklı bir durummuş. Şehrin eski sakinleri sebepsiz yere kendini öven hemşehrilerine şöyle ayar verirlermiş: “Ne kasılıp duruyon, kapında hangırdaklı eşeğin mi var, Keçiören’de bağın mı var?” Hangırdaklı, haşmetle anıran, genç ve dayanıklı eşeğe - ve başka canlılara da - yakıştırılan bir Orta Anadolu tabiri.
Bu tür gezilerde eski dokunun izini kokuları takip ederek, taşa yazılı hikayeleri okuyarak, fısıltılara, bazen pervasız, hoyrat lakırdılara, ezan sesine, kapı önlerinde imece usulü iş gören kadınların şen kahkahalarına, okul çıkışlarında çocuk çığlıkları ve okkalı ergen küfürlerine, gündüz pavyonlarında iş başı yapmaya hazırlanan saz ekibinin akort seslerine kulak vererek; misk-ü amber veya ısınmak için yakılan çaput kokusunu, kalay dumanını takip ederek sürmek mümkündür. Bu davetkar kokular ve sesler yolunuzu bir tarihi hamama, bir gayrimüslim mahallesine, bir arastaya veya esnaf lokantasına çıkarıverir.
Amaçsızca sokaklarda dolaşırken üzerimde hiçbir ağırlık olmamasına dikkat ederim. Çünkü aylaklık bunu gerektirir. Lakin kafamın içinde binbir düşünce, anı, hikaye dolaşır. Şehrin tarihine vâkıf araştırmacılardan, koleksiyonerlerden, tarihçilerden ve şehirseverlerden duyduklarımın, onların arşivlerinde tesadüf ettiklerimin ve didik didik ettiğim anı kitaplarında anlatılanların izini ararım. Çoğu zaman bulurum da: Bir kilise duvarı, kırık dökük bir çeşme, bir caminin cephesini süsleyen bir sütun başı, Neoklasik dönemden kalma, ölüme terk edilmiş bir konak, mermer bir heykelden kopup bir gecekondunun bahçe duvarına dayanak olmuş bir arslan pençesi, üç-beş umarsız müdavimin yolunu bildiği, tabutun üstünde lime lime olmuş yeşil çuhasıyla yüzyıllık bir türbe mesela.
En sık Ulus’a giderim. Büyüklerimizin “şehre inmek” derken kast ettikleri yere, eski şehir merkezine. Cumhuriyet öncesi Ankara'sının işliği, çarşısı, piyasa yeri, Cumhuriyet sonrasında ise şehrin gözdesi olan albenili, modern çehresiyle, cephesi işlemeli, çalımlı yapıları; bolluk yanılsaması yaratan çarşıları, dükkanları; lokantaları; pastaneleri; kokuları ve renkleri başdöndüren Hal’iyle şehrin çekim merkezi sayılan o yere.
Ben eski şehre bakarken eski şehir de bana bakar. Ben şehrin o yanında sırıtırım çünkü, yabancı olduğumu ilan ederim, sokaklarında kaybolamam, otobüs durağının mutad yolcusu, sobacılar çarşısının olağan müşterisi, banka şubesinin alışıldık mudisi değilimdir. Esnafla hasbıhal etmeyi beceremem. Pazarlık etmeyi de. Üstelik kadınımdır. Adımlarımın uymadığı yollardan yürüyüp, aşina olmadığım gözler tarafından takip edilerek kısa sürede bana çok da cazip gelmeyen bir bölgeye, eski şehrin mutenalaştırılmış, bir dekora dönüştürülmüş kısmına doğru itilirim. Kalenin eteğindeki otantik kafelere, el emeği ve pahalı hediyelik eşya satan küçük mağazalara, şöhretli sanayicilerin kültürel sermayelerini sergiledikleri gösterişli müzelere, yıkık döküp sahipsiz evlerden topladıklarını satan antikacılara, iç kalede turistlere fahiş fiyata satmak için envai çeşit objeyi üst üste yığmış irili ufaklı dükkanlara doğru.
Oysa ben eski şehrin çarşısında avarelik etmeyi tercih ederim. Orada arz edilen mallar-hizmetler, benden önceki kuşaklardan farklı olarak, benim ve benzerlerimin gündelik hayatında çoktandır yeri olmayan, daha ziyade taşra hayatının, muhafazakar ideolojinin ve bir yanıyla da yoksulların maddi kültürünü, geleneksel yaşam tarzını serer gözlerimin önüne. Kadın bedeninde sergilenir olan her türlü ideoloji, kültür burada da yine en önce kadın kıyafetleri, aksesuarları yoluyla gösterir kendisini size. Uzun, çiçekli basma etekler, eşarplar, yazmalar, renk renk tesbihler, koyu renk pardesüler. Sonra dikkatiniz erkekler için namaz takkeleri, mestler, kemerler, tesbihler, hilal, tuğra, bayrak baskılı giysiler, aksesuarlara kayar. Evlilik, sünnet, asker uğurlaması, cenaze ritüellerinde ihtiyaç duyulabilecek her şey, hem modern, hem geleneksel tasarımlarıyla buradadır. Bunların satıldığı çarşıların alışıldık müşterilerine şehrin öte tarafından gelmiş, geleneksel kültürün otantik tarafıyla ilgilenen, esnafın kendi arasında “şehirli” diye bahsettiğine şahit olduğum bir kesim de eklenmiştir çoktan.
Geleneksel kültürün alışkanlığı, daha doğrusu zorunluluğu olmalarına rağmen, kapitalizmin yine otantiklik ambalajıyla tüketim zincirine eklediği hamamlar yine burada toplanmıştır. Gastronomik faaliyetler de farklılaşır burda. Sakatat, özellikle de kelle-paça lokantaların önlerindeki camekanlı tezgahlarda sergilenir, kokusu uzaktan size yerini tarif eder. Grotesk görünümlü kasap vitrinlerinde tombul kuyruk yağları, ev yapımı sucuklar, çengellere asılı ciğerler ve hayvanların yenebilir her organı sergilenir. Artık arkaik bir kültüre ait saydığınız, sizden sonraki kuşakların giderek unuttuğunu düşündüğünüz eşyalar ve zanaatlar hükümranlıklarını ilan ederler sokak aralarında. Sobalar, kuzineler, saclar, semaverler, sürmedanlıklar, kalaycılar, örücüler, bileyciler, hatta az kullanılmış numaralı gözlük, takma diş ve esans satan sokak satıcıları. Bir ağaca yaslanmış, bir duvarın dibine çöküvermiş, düğünler, toplu eğlenceler için kiralanmayı bekleyen davul ve zurnacılar. Tarihi ve pahalı bir lokantanın hemen yanından kıvrılan bir sokakta, mutena semtlerdeki antika pazarlarından farklı olarak gerçekten de yoksullara hitap eden, kullanılmış giysiler, yıpranmış kol saatleri, telefonlar, şapkalar, seccadeler ve ille de eski arabesk yıldızlarının kasetleri, CD’leri satılan bit pazarı…
Oda oda kiraya verilmiş, zamanının ikbal görmüş, kalantor sakinleriyle nam salmış konakları da unutmayalım. Buralarda çocuklar yaz-kış sokaktadırlar. Size rehberlik etmek için peşinize takılanları da olur, ilgisiz nazarlarla süzenleri de. Çoğu gözünü budaktan esirgemez. Onlara vahşi hayvana bakar gibi bakmanıza alışkın fakat bu duruma öfkelidirler. Kimisi bunu arkanızdan gülerek, küfrederek gösterir, kimisi buna bile gerek duymaz.
Başta dediğim gibi, bazen kalabalık gideriz eski şehre. Geçmişi geri çağırmak için durakladığımızda etrafımızı “yerli” bir erkek kalabalığı sarar. “Mahallenin abileri”dir onlar. Bize yönelttikleri meraklı, alaycı, şüpheci, hatta bazen öfkeli nazarlar, sözler bu hafıza yürüyüşlerinin mütemmim cüzüdür. Şehrin güneyinden kopup gelen ve kuzeyinde iğreti duran “yabancı” kalabalık huzursuzca kıpırdanır böyle anlarda. Kadınlar üstlerini başlarını düzeltir, erkekler sırtlarını dikleştirirler. İki grup arasında bir zeytinyağı-su karışmazlığı vardır.
Yeni şehrin sakinleri yaşadıkları kenti kendi yaşam çevrelerinden ibaret sanırlar oralara gidene kadar. Gidince, bildiklerinden başka uygarlıklar, başka yaşam tarzları, mimari üsluplar, gündelik hayatlar, dinler, diller, kavimler, mezhepler ve yönetim biçimleriyle karşılaşırlar. Bu yüzden çok şaşırır, etkilenirler. Bir kısmı bol bol fotoğraf çeker. Daha çok da pitoresk fotoğraflar… Su birikintisinde oynayan kirli oğlanlar, kolunun altında Kur’an cüzüyle tülbentli kızlar, kapı önünde muhabbet eden genç ve mahcup kadınlar, yıkık bir duvarın üstüne çökmüş dişsiz bir ihtiyar, bir Murat 124’ün kaportasına yaslanmış sigara tüttüren bıçkın delikanlılar, bir türbe kapısında dua eden kadınlar. Bir tür safari gibidir oralara gitmek. Çoğu bir daha yolunu düşürmez.
Coğrafi olarak “iki adımlık” mesafedeki eski şehire yıllardır yolu düşmemiş, düştüyse de aylaklık edecek cesareti, isteği olmamış tedirgin, meraklı ve şaşkın bakışlar karşısında eski şehir taşralı bir uzak akrabadır. Hayata birlikte başladığınız fakat zamanla yollarınızın ayrıldığı, arkanızda bıraktığınız bu akrabayla karşılaşırsınız orada. Görüşmeyeli ortak bir yanınız, bildik bir sözünüz kalmamıştır. Meraklı topluluğun, yaş ortalamasına bağlı olarak bu uzak akrabayla ya çocuklukta yaşanmış anıları vardır ya da aile hikayelerinde sözü geçtiği kadar bilinir. O uzak akraba sizden sonra Batı medeniyetinin yörüngesinden epey sapmış, biraz da siz onu dışladığınız için, Orta Anadolu taşrasının koruyucu ve tektipleştirici kabuğuna çekilmiştir. Politik kutuplaşmada tarafını belirlemiştir. Başkentin mücavir alanına, muhafazakar ahlakın kodlarına yakındır artık.