Bir Venedik fotoğrafçısının albümü

Venedik'in simge objektifi Fulvio Roiter, retrospektifiyle yine doğduğu ve öldüğü Venedik'te anılıyor. Fotoğraf sanatına adanan The Casa dei Tre Oci'de 28 Ağustos'ta sona erecek sergide, sanatçının 59 yıllık kariyerinin 200 kareye yansıyan siyah beyaz ve renkli özeti izlenebiliyor

Evrim Altuğ evrimaltug@gmail.com

İtalya'nın, gondolları, milyarlık yatları, rezidansları, romantizmi ve bienaliyle meşhur ıslak muhiti Venedik'in' simge objektifi' Fulvio Roiter, yine Venedik'teki Giudecca 43 adresinde bulunan 1913 tarihli erken modernist mimarî yapıda 2007'den bu yana hizmete açık The Casa dei Tre Oci'deki (treoci.org) retrospektifiyle anılıyor. Roiter'in sergisi, 26 Ağustos'a değin Venedik'in Zitelle iskelesinde yer alan çok katlı ve işlevli tarihi yapıda, farklı başlıklar altında izlenebiliyor.

Sergiyi, özellikle 'Venedik' gibi klişe ötesi küresel ve fotografik bir konuyu hayatı boyunca gözleri ve yüreğiyle sınamış bir sanatçının duruşunu merak ettiğim için gezmiş bulundum. 'Öz Venedikli' Roiter, 1 Kasım 1926'da Venedik'te dünyaya gelip, 18 Nisan 2016'da yine Venedik'te hayata gözlerini yummuş. Bunun bile yeterince duygusal bir yaşam özeti olduğu düşünülebilir.

Çoğunlukla siyah-beyaz ve grafik lezzetli kompozisyonlarıyla izlediğimiz Roiter'in sergisi, sanatçının 1948 ve 2007 arasındaki üretimini özetliyor. Küratör Denis Curti'nin nezaket dolu, detaycı-belgeci ama bunları gözümüze sokmayıp, keşfetmemize müsaade ettiği etkileşimli sergileme yöntemi, hani bu sergi alanı öyle olmasa dahi, izleyicileri bir bakıma Roiter'ın Venedik'teki ikâmetinde misafir bulundukları hissine sevk edebiliyor. Tarihi yapının çalışma odaları ve salonlarına sindirilmiş özgün el yazmaları ve fotoğraflar, sanatçının özel hayatına da daha çok yakınlaşmamıza olanak sunuyor. Sergi, Roiter'in kendini anlattığı özel bir belgeselle de perçinleniyor.

Türkiye kültür sanat ekonomisi için bir mukayese olması adına, tam biletle 12 Avro karşılığında gezilebilen sergide, Roiter'in eşi Lou Embo'nun katkıları da etkinliğin samimiyetini perçinlemiş. Öğrencilerin 5 Avro indirimle gezebildiği sergi, Roiter'in, 'Yeni Gerçekçilik' akımının yükselişe geçtiği süreçte belgelediği yerel ve ulus ötesi kadrajlarının yanında, ABD, Portekiz, Endülüs, Brezilya ve Türkiye'ye bakışlarını da bünyesinde taşımakta.

Roiter hakkındaki yirmi (evet, yirmi) özgün albümün de doya doya incelendiği sergi, dokuz ana başlıkta geziliyor. Bunlar, "Hikâyenin Armonisi, Renkli İtalya: Harika oluş ve inanılmazlık,Siyah-Beyaz Venedik: Bir Otoportre, Öteki Venedik: Sonsuz Güzellik, Sınırların Ötesinde: Doğaya Övgü ve Tutkuları Olmayan Adam."

'Yeni Gerçekçilik' başlıklı bölümünde, sözgelimi 1955'te Sardunya'daki emekçi-köylü sınıfın gündelik güzelliğini resimleyen Roiter, yorgunluk sigarası yakan bedenleri tasvir ettiği, grafik derinlik ve hakikatin seviştiği 1953 tarihli Etna taş ocaklarından, Sicilya'da odun taşıyan bisikletlilere, bir çok an ile buluşturuyor bizi sergisinde. 1948'de dostu ve meslektaşı Paolo Mont ile 'La Gondola' fotografik topluluğunun bir üyesi olan Roiter, serginin ikinci kısmı 'Sonsuz Güzellik'te ise, yaratıcılığı ve tazeliğinin bir buketini bizimle paylaşıyor. Küratörün de vurguladığı gibi bu bölümde, sanatçının biçime ve görüntüye getirdiği heykelsi karakterin altı çiziliyor, resim sanatıyla adeta siyah ve beyaz salıncağında, flört ediliyor. Bu bölümde doğanın teniyle, kadının tenine hemzeminde randevu veriyor, tüm deneyselliği, özgürlüğüyle Roiter. Tıpkı, 1968 tarihli Cabo Frio, Brezilya veya diğer nü eserlerindeki gibi. Keza, serginin ilerleyen kısmı 'Hakikatin Ötesi'nde, Roiter'in doğada soyuta yaklaşan bir ifade arayışına girdiği de görülebiliyor. Bu arayışını estetize eden 1949 kuraklığı, ya da 1952'deki neredeyse soyut doğa izlenimleriyle Detaylara yönelik konsantrasyonu 'tavan' yapan Roiter, yine Curti'nin dediği gibi, 'otonomi'nin keyfini sürüyor.

Fotoğraf tutkunları için kendi içinde birer sınav gibi görülebilecek simge coğrafyalar arasında başa güreşen Venedik, elbette renkli ve siyah-beyaz kompozisyonlarıyla serginin başrolünü üstleniyor. Bu yönüyle sergide beni en çok 'ele geçiren' kadrajlar, Roiter'in 1988 kışında San Marco Meydanı'nda, iki karnaval figürünü gerçeküstü biçimde görüntülediği çalışması ile, 2002'de meydana gelen ve yine aynı yerde yaşanan sel baskınına bakışı oluyor. Yine, San Trovaso'daki Gondol bakım onarım alanına yönelik karesi ve 1972'de iki güvercini yine San Marco'da öpüşürken çektiği resmi de, serginin unutulmazlarından. Sergide bunun gibi, bir çocuğun güvercinleri besledikten sonra aralarından geçtiği 1960 tarihli siyah beyaz kareyi de anmadan, geçemeyeceğim. Veya bitpazarındaki antik figüratif tuvaller arasında 1970'deölümsüzleştirdiği iki küçüğün etraflarına bakarken suretlerine yapışık masumiyetini de.

Fulvio Roiter sergide bir ara, bir duvardan size şunu söylüyor: "Görsel dünyadaki her şey beni etkiliyor; neredeyse hiç bir belli tercihte bulunmaksızın, hiç bir envanterin yapımı veya kafa karışıklığına sebebiyet vermeden, ama konuları üretebildiği çoğulluğu, mümkün mertebe yeniliği ve kendi biricikliğinde deneyip, keşfedebilmek uğruna. İster insan, ister plastik ve isterse dekoratif olsun, bir nevî sır gibi."

1969'da İstanbul'dan da geçen Roiter'in bizi Meksika, Belçika gibi coğrafyalara taşıdığı sergisinin resim ve grafik sanatıyla en çok ilişkiye geçtiği kısmı olan 'Doğaya Övgü'nün hemen her fotoğrafı ise, kanımca başyapıt deminde. 1964 Umbria, 1949 Venedik, rüzgârdaki bitki gibi çalışmalardan oluşan sergide final ise hayli anlamlı. Mahremiyetine saygı duymakla birlikte, 'Tutkuları Olmayan Bir Adam'ın uygarlığın hayhuyuna sırtını döndüğü orman / yaban hayatına dair, alabildiğine mütevazı birkaç kare.

Saniye başına on binlerce kare üretip, tükettiğimiz günümüzde, fotoğraf sanatını şaraba, zamanı üzüme, onları işleyen kaliteli gözleri ise nadide markalara daha çok benzetir oldum. Geride bıraktıkları 'imge şişeleri'ne bu yüzden paha biçemiyorum.

Tüm yazılarını göster