Bir yalanlar yönetimi

Yalnızca böyle bir dünyada, Başkanımızın “Zamanımızın Hitler’i” olarak gördüğü Saddam Hüseyin’e karşı savaşa gidebilir ve aynı zamanda, Hitler’i rehber olarak gördüğünü kendisi söyleyen soykırım suçlusu Kamboçyalı canavar Pol Pot’a silah ve para desteği sunabiliriz.

Abone ol

Steve Tesich

“Vietnam sendromu” terimi hepimiz için tanıdık, fakat yakın dönemde belirmiş bir diğer sendrom hakkında, toplumsal çürümenin çok daha zehirli belirtilerini üreten, çok daha rahatsız edici ve sinsi bir sendrom hakkında pek az konuşuldu: Watergate sendromu. Başkan Nixon ile kabinesinin bir grup ucuz sahtekâr olduğunun ifşa olması halkın midesini bulandırdı, halkı tiksindirdi. Fakat hakikat üstün geldi ve bir kere daha gururla dolan bir ulus kendi sırtını sıvazladı: Ülkemizin en yüksek ofisinde işlenen suça rağmen yönetim sistemimiz çalışıyordu. Demokrasi galip geldi.

Fakat bu zaferin peşinden hiç öngörülmemiş bir şey gerçekleşti. İster Watergate’le ifşa olan şeyler içler acısı bir nitelik taşıdığı ve kendisi de kendi suçlarına ve ifşalarına sahip olan Vietnam’ın hemen ardından gerçekleştiği için olsun, isterse de Nixon bu kadar çabuk özür dilediği için olsun, bizler o hakikatten utanmaya başladık. Hakikati kötü haberlerle eşitlemeye yöneldik ve artık daha fazla kötü haber istemiyorduk, ne kadar doğru ve ulusumuzun sağlığı açısından ne kadar hayati olursa olsun. Bizi hakikatten koruması için dönüp devletimize bakmaya başladık.

Ronald Reagan ve onun Bakanlar Kurulu (şimdiki Başkanımız da bunlar arasındaydı) tarafından İran/kontra-skandalında işlenen yüksek suçlar ve altına girilmiş olunan töhmetler, Nixon’ın ofisinden atılmasına yol açan suçlardan çok daha ciddi ve çok daha Amerikan-olmayan suçlardı. Bu son suçlar tam da Cumhuriyetimizin kalbine ve ruhuna saldırıyordu. Özel bir dış politika gündemini takip etmek için özel bir küçük hükümet yaratılmış ve böylelikle de ülkenin yasası, Kongre ve bizzat Anayasa ihlal edilmişti. Demokratik kurumları cephe örgütü derecesine indiren bu gizli yönetim katmanı bütün totaliter rejimlerin iyi bilinen bir özelliğidir. Bunların hepsinde bir yandan hiçbir anlamı olmayan bir ön cephe hükümeti çizgisi vardır; bir yandan da sahne arkasında iş gören ‘parti çizgisi’. Reagan vakasında bu çizgi Cumhuriyetçi Parti çizgisiydi; fakat uygulamaları ve içerimleri bakımından, Gorbaçov öncesi Sovyetler Birliği'ndeki Komünist Parti çizgisinden hiçbir farkı yoktu.

Ve yine de hiçbir şey olmadı. Gerçekten hiçbir şey olmadı. İran/kontra-skandalı İran/kontra-farsına dönüştü. Başkan Reagan doğru bir biçimde kamuoyunun hakikati bilmeyi gerçekten istemediğini algıladı. Böylelikle bize yalan söyledi, fakat bu konuda çok çabalamasına da gerek yoktu. Mazeret olarak onun hafıza kaybını zevkle kabul edeceğimizi hissetmişti. Ülkemizde ne türde bir yönetimimizin bulunduğu konusu basitçe aklından çıkıp gitmişti.

Basra Körfezi'ndeki savaş başladığında, basının bu meseleyi sansürlemesini yalnızca benimsemekle kalmadık; aynı zamanda vatanperver bir hararetle de kucakladık bunu. Devletimiz neyi görmemizi istiyorsa onu görecektik ve bunda yanlış bir şey de görmüyorduk. Devletimiz bizi gözetiyordu.

ABD’nin Irak Büyükelçisi April Glaspie’nin diplomatik mesajları üzerindeki gizliliğin Dışişleri Bakanlığı tarafından kaldırılmasıyla hakikat konusundaki bu maskaralık bir adım daha ileri götürülmüş oldu. Bütün bir savaşın meşrulaştırılması işi şu önermeye dayanıyordu: Savaş kaçınılmazdı ve Büyükelçimiz Kuveyt’in toprak bütünlüğünü ihlal etmemesi yönünde Saddam Hüseyin’i en sağlam tondan uyarmıştı. Dışişleri Bakanlığımız bizlere bunun doğru olduğunun güvencesini verdi. Senato önünde konuşan Büyükelçimiz bu konumun doğruluğunu bir kere daha onayladı.

Şimdilerde ortaya çıkıyor ki hepsi yalanmış. Fakat Bush (baba Bush. –ç.n.) yönetiminin söz konusu mesajlar üzerindeki gizliliği kaldırmakta bir sakınca görmemesi, artık hakikatten korkmadığını gösteriyor; çünkü hakikatin üzerimizde pek az bir etkisinin olacağını biliyor. Yönetimin bizlere mesajı şuydu: Sizlere şanlı bir zafer verdik; kendinize olan saygınızı sizlere geri verdik. İşte hakikat! Hangisini tercih edersiniz? Bunun içerimleri insanı dehşete düşürüyor. Bize hakikate ve öz-saygıya aynı anda sahip olamayacağımız söyleniyor. Seçmek zorundayız. Biri diğerini dışlıyor.

Ama bunun içerimleri daha da korkunç. Totaliter canavarların yalnızca rüyalarında salyalarını akıtacak bir halkın prototipleri haline geliyoruz hızla. Şimdiye kadar bütün diktatörler hakikati bastırmak için epey çalışmak zorundaydılar. Bizler, bunun artık gerekli olmadığını, önemi ve değeri ne olursa olsun her türlü hakikati erozyona uğratabilecek ruhsal mekanizmalar geliştirmiş olduğumuzu bizzat kendi edimlerimizle söylüyoruz. Özgür insanlar olarak bizler, son derece köklü bir yoldan, post-truth bir dünyada yaşamak istediğimize özgürce karar verdik.

Körfez Savaşı sona erdi, ama yurttaki savaş sürüyor. Zenginler ile yoksulları birbirinden ayıran körfez, modern bir post-endüstriyel ulus içinde yaşayanlarımız ile kendi iç şehirlerimizin üçüncü dünya ülkelerinde yaşayanlarımız arasındaki mesafeyi büyütüyor. Şimdiki hükümetin bu iç krize verdiği yanıt, iyi kalplilikten kötücül bir inkara doğru kaydı. Sefaletin mevcut düzeyleri, şehirlerimizin yapısının bozulması ve varoşlarımızın ekonomik anlamda kamplara dönüşmüş olması kabul edilebilir şeyler haline getirildi. Ortalıkta çok fazla umut dolaştığı için umudun kendisi buza kesmiş durumda. Varlıksızlar şimdilerde asla-varlıklı-olamayacaklar biçiminde yeniden tasnifleniyorlar.

Cumhuriyetimiz çözülmeye devam ediyor ve eğer çocuklarımızın ruhsal ve entelektüel kuvveti geleceğimizin sahih göstergesiyse, geleceğimiz şimdiki zamanımızdan bile daha sorunlu demektir. Suçlularımızın yaşı gittikçe düşüyor ve sayıları da gittikçe çoğalıyor. Son otuz yılda gençler arasındaki intihar vakaları üçe katlandı. İş gücümüzün üretken birer üyesi olabileceklerini yalnızca hayatta kalabilen çocuklarımızın gösterdiklerini düşünürsek, bu düzeyde bir elemeyi isteyerek kabul etme noktasına geliyoruz ne yazık ki. Ama hayatta kalanların durumu da düşüş içerisinde. İstemeyerek de olsa, bu düşüşün nedenlerini kavramayı artık beceremediğimiz için de olsa, eğitim sistemimizde bir kriz olduğu yönünde yanlış bir ulusal uzlaşıma vardık.

Çocuklarımızın zekâ düzeylerinin ve kabiliyetlerinin, bütün testlerde ölçtüğümüz üzere, neden düşmeye devam ettiğini sormayı sürdürüyoruz. Bunun nedeni çok basit: Onları iyi eğitilmiş istemiyoruz. İstediğimiz en son şey, entelektüel ve ruhsal bakımdan kuvvetli bir kuşağın bu ülkeye ne yapmış olduğumuz sorusuyla karşımıza dikilmesi.

İnsanların örnek yoluyla eğitildikleri biçimindeki başlıca öncülü unutmuş durumdayız. Irkçı pratikler ve ırkçılığa müsamaha gösterilmesi eğitimdir. Zengin ve güçlü olanların suçları ile yoksulların suçlarının hukukun gözünde aynı olmadığı bir adli sistem eğitimdir. Erdemin çıkar ve yararla aynı şey olduğu biçimindeki her gün yeniden ileri sürülen önerme eğitimdir. Reagan-Bush’un yozlaşma, hırs ve açgözlülük dönemi eğitimdi. Bir başkanımızın (Woodrow Wilson kast ediliyor) bu yüzyılın ilk kuşağına savaşsız da olgunlaşılabileceği yönünde başkanlık etme şansının olması ve savaşın iyi olduğu yönünde onlara bir ders vermeyi tercih etmiş olması biçimli ‘eğitim’ de eğitimdir. Çocuklarımızın idealist niteliklerini artık teşvik etmiyor, hoş karşılamıyor olmamız eğitimdir. Artık onları değerli birer varlık ve bizzat kendi ideallerimizin yenilenme kaynağı olarak görmüyor oluşumuz eğitimdir. Onların artık genç olarak değil de bir gençlik piyasası olarak kabul edilmeleri eğitimdir.

Eğitim sistemimiz başarısızlığa uğramış değil. Aksine, en vahşi beklentilerimizin bile ötesinde bir başarı kazandı bu sistem. Çocuklarımıza yalnızca kendi kanatlarının altına çekilmeyi, ufuklarını ve ilgi alanlarını daraltmayı, ahlaki sorumluluklarından kaçmayı ve kişisel çıkarlar ile ilgilerin daracık alanında kendilerini gerçekleştirme arayışına girmeyi öğrettik ve ardından da iş gücümüzün yaratıcı üyeleri olmaları, bilgisayar çiplerini daha iyi ve daha küçük yapmalarını istiyoruz onlardan. Yapmayacaklar. Kendilerine kalan son yolu kullanarak isyan ediyorlar. Ölüyorlar. Eğitim için sebep olarak gösterdiğimiz tek şey işsizliğe karşı bir tür koruyucu aşı işlevi görmesi. Fakat ne işsizlik tehdidi ve hatta ne de kişisel kazanç vaadi, toplumuzda artık bir işlevi kalmamış olan insan ruhunun kaybının yerini tutabilir. Kendilerini çevreleyen ortama ilk tepkiler de hilesiz ve hassas olan gençlerden geliyor. Söz konusu ortamı değiştirmeye niyetimiz yoksa çocuklarımızın da Amerikalıların çoğunluğunun tercihlerinin kurbanı oldukları fikrini de kabul etmemiz gerekir.

27 Mayıs 1991’de –rezaletin tam ortasına yerleştirilmesi zorunlu olmayan ama hatırlanması gereken bir tarih– Başkan Bush sonu söylüyordu: “Amerikan politikasının ahlaki boyutu bizden daha az kötülerin sayısının daha az olduğu bir dünyaya yönelik ahlaki bir gidişat planlamamızı talep ediyor. Gerçek dünyadır bu; siyah-beyazın dünyası değil. Çok az ahlaki kesinlik vardır.”

Söyleyeni göz önünde bulundurunca bu beyan pek de şaşırtıcı gelmiyor. Bush bizler tarafından ahlaki olarak pek de değer sahibi biri olarak görülmedi hiç; fakat bunun küçültücü çağrışımlarının olduğu, Bush’un, kendisi hakkındaki bu değerlendirmemize karşı bir şeyler yapmak zorunda hissettiği bir dönem söz konusu olmuştu. Artık saklanma gereği duymuyor. Şimdi bu durumun bir politika olarak altını çiziyor. Bir açıdan o son derece tutarlı. Değişen biziz. İnsanı dehşete düşürecek kadar kısa bir süre içerisinde, onun bir kusuru olarak gördüğümüz şeyi ulusal bir külte dönüştürdük. Popülerliği de buradan geliyor. Bizim adımıza konuşuyor.

Çok az ahlaki kesinliğin olduğu bir dünya, oldukça konforlu bir evrensel başvuru zemini sunar. Bu, aleladeliği meşrulaştırmakla kalmaz; aynı zamanda onu onaylar da. Yaptıklarımızın hiçbir önemi olmaksızın kendimizi toplumun etik üyeleri olarak düşünmeyi sevenlerimiz, hepimiz, böylesi bir felsefeyle avuturuz kendimizi. Hepimize oldukça kolay bir öz-saygı sunmaktadır bu; özellikle de sıkı ahlaki standartlara sahip olmayı politik intihar olarak gören ve bu nedenle koltuklarında kalmak için ahlaki intiharı seçen kamu görevlilerimize. Ve elbette kendi dürüstlüğümüzü ölçmek için daha esnek bir standarda ihtiyaç duyan bizlere de… Pek az ahlaki değerin var olduğu hepimiz mutlu mesut birlikte var olabiliriz. Yalnızca böyle bir dünyada, Başkanımızın “Zamanımızın Hitler’i” olarak gördüğü Saddam Hüseyin’e karşı savaşa gidebilir ve aynı zamanda, Hitler’i rehber olarak gördüğünü kendisi söyleyen soykırım suçlusu Kamboçyalı canavar Pol Pot’a silah ve para desteği sunabiliriz.

Derilerinin rengi ne olursa olsun insanların mülk ya da köle olmadıklarını ortaya koyan değer üzerine kendi tarihimizdeki en kanlı savaşı verdik biz. Anayasamızda yer alan apaçık doğrular, pek çoğumuz tarafından ahlaki kesinlikler olarak kabul edilir. O Anayasanın çerçevesini oluşturanların sahih dehası, “buradaki doğruların apaçık” bir biçimde oluşturulmasına rağmen başkaları konusunda da endişeli olmalarından ibaretti. Bunların bir kişi için ve herkes için yeterince açık olduğundan emin oldukları takdirde bunları hece hece okuyup açıklamalarına gerek de kalmayacaktı. Adeta buradaki doğruların bir gün gelip de artık apaçık olmayacaklarından endişe etmişlerdi. Pek az ahlaki kesinliğin olduğu bu yeni dünya düzeni Stalin’i adeta bir kâhin haline getiriyor. Bu türlü bir felsefeyi benimsemekle Bush, en iyisinden, hiçbir şey için değil de yeniden-seçim için dikilen bir adam olarak beliriyor.

Bir ulusun miti, her ulusun miti muazzam bir güç kaynağıdır. Amerika miti içerideki ve dışarıdaki sayısız kuşağa ilham verdi; çünkü geleceğe doğru bir halk olarak hareket ettiğimize yönelik bir inanç vardı ve bir yandan aldığımız mirastan yararlanırken bir yandan da yapıp ettiklerimizle herkes için daha iyi bir geleceğe katkıda bulunduğumuza inanıyorduk. Yaklaşık 200 yıl boyunca vaat buydu; yaşayan inanç, ahlaki kesinlik ve yolculuğumuzun hakiki kuzeyi buydu.

Yönelimimizi o kadar da radikal bir biçimde değiştirmediğimiz, aslında kaybolduğumuz yönünde bir duygu var şimdilerde. Kendi ulusal mitimize inancımızı ve bu mitle temasımızı kaybettik. Bize yalnızca menfaat yol gösteriyor artık. Demokratik kurumlarımız aşınıyor ve bu kurumlar artık bizim kurumlarımız gibi görünmüyorlar. Bir işbirlikçiler ülkesi haline geldiğimiz biçiminde kaygılandırıcı bir duygu var şimdi, fakat neyle ya da kiminle işbirliği yaptığımızı da tam olarak bilmiyor ya da bilmek istemiyoruz.

Bir insanın kaybolduğu zaman yapabileceği en tehlikeli hata körlemesine ileri doğru gitmesidir. Karşılaştırma aşırı görünebilir, ama Avrupa karanlık çağlarda kaybolunca aydınlanma için kendi mirasına gitmiş ve Rönesans’a doğru yol almıştı. Bizim de böyle bir seçeneğimiz var elbette ve bu seçenekle bizzat kendimizi yenilememizin umudu ve vaadi de var.

Bizim seçimimiz bir halk olarak kendi mitimiz ile askeri bir süper-güç olarak statümüzün serabı arasındadır. Bu serap çok ayartıcı. Işıkları ve havai fişekleriyle göz alıcı bir biçimde pırıldayan halüsinatif bir hologram olarak orada, önümüzde duruyor. Neyi görmek istiyorsak onu görebiliriz bu ışıltılar içerisinde, fakat bu ışıkların sonunda bir tünel var. Orada, bizi karşılamak ve kiminle işbirliği yapmış/yapmakta olduğumuzu bize söylemek üzere insan suretine bürünmüş bir canavar bekliyor bizleri.

Çeviren: Abdurrahman Aydın

*Bu yazı ilk olarak The Nation'ın 6-13 Ocak 1992 sayısında yayınlanmıştır