Bir yargı masalı

Hukuk siyasallaşmadıkça, siyaset hukuksallaşır. Ki bu ilkinden çok daha tehlikeli bir durumdur; yaşadık, yaşıyoruz, yaşayacağız. Ve yine 'yargı siyasallaşmasın' diyenler kürsüde cemaatçi, AKP’li, solcu, Alevi yargıç istemiyorsunuz. Tamam. 'Peki Kemalist yargıç istiyor musunuz?' sorusu karşısında 'yargı siyasallaşmasın' diyenlerin cevap vermeden kala kaldıkları o birkaç saniyede gizlidir aslında yargının geleceği.

Abone ol

Çiğdem Koç*

Bir Çin bedduası vardır; “Tuhaf zamanlarda yaşayasın” der…

Çinlilere ne yaptık bilmiyorum ama bu bedduanın bizim açımızdan tuttuğu kesin. Gerçekten tuhaf zamanlar yaşıyoruz,özellikle yargı alanında.

Hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, tarafsız yargı, yargının siyasallaşması gibi kavramlar içinde debelenip duran bir tarihimiz var. Bizler bütün bunları artık gerçek zanneden ve bu debelenme halinin farkında olmayan, yeniye dair her şeyi reddettiğimiz bir genetik mirasın zavallı mirasyedileri olarak o kadar çaresiz bir durumdayız ki neredeyse çaresizliğimizin farkında değiliz.

İçi doldurulmadığı gibi sürekli anlamsızlaşan bu ezberletilmiş kavramlar her söylendiklerinde ifade ettiklerini sandıkları her şeyi aslında daha da güçsüzleştiriyorlar. Hatta köşeye sıkıştırılmış bir kedi gibi bu kavramlar da artık saldırıya geçmiş durumdalar. Kutsal saydığımız bütün evrensel hukuk ilkeleri etrafımızda delirmiş halde dans eden ucubelere döndü. Biz ise hala bu maskeli balonun tam ortasına çırılçıplak atılmış ,neyin ne olduğunu bilemeden korkuyla çıplaklığımıza sığınıyoruz.Ve hala slogan atarak sesimizi duyurduğumuzu sanıyoruz. Bu şuursuzluk halinin bizi getirdiği yer ise yargının var oluş problemini çeşitli alanlardaki iktidar problemlerinden bağımsız çözme gayretlerinin küçük kum havuzu. Oynayalım diye bırakıp gitmişler…

Hadi oynayalım mı acaba? İyi de avukatlar cübbelerinden tutuldukları gibi cezaevlerine atıldılar. Fezlekelerin iddianameye, iddianamenin de hükümlere taşındığı bir yargısızlık sisteminde bu oyun alanından yükselen cıvıltılar giderek daha sinir bozucu olmaya başladı artık. Mesleki dayanışmanın, sosyal medyada fotoğraf paylaşmaktan ibaret olduğu şu zamanda ötekileştirilen bir dayanışma(ma) halinin ise belki de hepimizin içinde yatan o sahteliğin artık saklanacak yer bulamayan bir zaafiyet olduğu ortada. Arkadaşlarımız tutuklu, savunma tutuklu yani... Adil yargılanma hakkı tutuklu ve biz kendimize uygun olanını beğeniyoruz içlerinden. 'Acaba hangisi ile azıcık dayanışsak, o muhteşem ideolojik temellerimizi sarsmaz?' diye bakınıyoruz şaşkın şaşkın.

Bakın ne diyeceğim; sakin olun. Dayanışasınız varsa, her çeşitten var elimizde. Selçuk Kozağaçlı ve Halkın Hukuk Bürosu Avukatları çok mu solda kaldı; gelin size Lale Beşe vereyim, Sibel Deveci vereyim, daha yeni tutsaklığına son verilen Kemal Uçar var dilerseniz. Siz kendi dayanışmanızın ucundan azıcık alıp tadına varın. Hiç sorun yok ama bu çemberin giderek daraldığının ve egemenin belirlediği istisna halinin giderek genişlediğinin farkına ne zaman varacaksınız? Bu gün masum ve tertemiz olabilirsiniz peki yarın? Kimin ne zaman terörist olacağına karar verilen zamanlarda, nereye kaçabileceğinizi sanıyorsunuz ki? Siz de bir gün bu seçmece dayanışmadan payınıza düşeni alır ve seçilen olmazsanız, hatırlayacak mısınız bugünkü suskunluğunuzu ve iki yüzlülüğünüzü?

Evet ya iki yüzlülük… Ergenekon ve Balyoz’u dilinden düşürmeyenlerin 15 Temmuz sonrası darbe davalarındaki hukuksuzlukları görmezden gelişi yani. Ya da Ahmet Altan için beddua edenlerin Sözcü gazetesine toz kondurmayan halleri… Eren Erdem’e, Ece Sevim Öztürk’e, Selahattin Demirtaş’a, Nazlı Ilıcak’a ayrı ayrı hukuk uygulandığında suspus bir adalet yalanı…Ya da tam tersi; hiç fark etmez. Nereden gelip nereye gittiğinin hiç önemi olmayan düşman hukuku anlayışının amansız yolculuğudur bu. İki yüzlülük... Bu toplum kusmak istediği ötekileri daha kolay kussun diye boğazına kadar sokulan bir yumruktur. Tarih ortadadır. Siz de öteki olup kusulurken çok geç olacak her şey için.

Özellikle 'yargı siyasallaşmasın' diyenler ve bütün bu yaşananları 'yargı siyasallaştı' bahanesiyle açıklayıp temizlenip kenara çekilenler için nasıl da kolay hayat aslında. Çok bayıldığımız, 'yargının siyasallaşması' meselesinin doğru anlaşılmayan ve bu nedenle karşı tez üzerinden kendisine yönelik bir silah haline gelmesi halini konuşmak lazım artık. Bu anlamda, 'yargı siyasallaşmasın' diyenlerin nasıl bir tarihsel gerçeklik üstüne ya da nasıl bir genetik kodla bunu iddia ettiklerini konuşmak lazım. Yargı her zaman siyasal bir işti ve her zaman da siyasal bir iş olacak. Siyasallaşmayan yargı, her türlü iktidar/egemen karşısında bu kadar güçsüzse, bunun sebebi zaten siyasallaşmaması değil mi? Yargı içinde politik anlamda gerçek ve güçlü şekilde örgütlenmenin eksikliğinin gelen her iktidara tabi bir “tek tip” yargı yarattığı gerçeği neden görülmek istenmez?

Kendisine ait bir siyasi alt yapısı ve iktidarın her türlüsünün dayatmalarını bertaraf edecek bir öz bilinci ve elbette sağlam bir örgütlenmesi olmayan ve adına yargı dediğimiz şey iktidar algısına karşı duracak ve gerçek anlamda adil yargılama yapabilecek özgüvene sahip olamaz. Kişiliksizleşmiş bir yargı/sızlık, bir yandan iktidar canı istediği şekilde istisnalar belirleyen sınırsız bir güce dönüşürken kendisini de giderek zayıflayan ve işte bu egemenin dilediği şekilde kullanabildiği bir araca dönüştürmekten kurtulabilir mi? Hukuk siyasallaşmadıkça, siyaset hukuksallaşır. Ki bu ilkinden çok daha tehlikeli bir durumdur; yaşadık, yaşıyoruz, yaşayacağız. Ve yine 'yargı siyasallaşmasın' diyenler kürsüde cemaatçi, AKP’li, solcu, Alevi yargıç istemiyorsunuz. Tamam. 'Peki Kemalist yargıç istiyor musunuz?' sorusu karşısında 'yargı siyasallaşmasın' diyenlerin cevap vermeden kala kaldıkları o birkaç saniyede gizlidir aslında yargının geleceği.

Başa dönelim... İşte bu içi boşalmış ya da yanlış anlaşılmış kavramların tam ortasında bir gerçek duruyor. Buzun yakıcılığını ateşin yakıcılığına tercih etmeye zorlandığımız bir gerçek.

Yargının en büyük meselesinin var olmaması olduğunu bir türlü kabul etmediğimiz, kabul etmek istemediğimiz bir gerçek. Düşman ceza hukukunun normalleştiği, meşrulaştırıldığı ve bunu sadece izlemenin rahatlığının, aslında çivilerden oluşmuş bir halının üstünde yuvarlandığımızdan bihaber oluşumuz olmasının zavallı gerçekliği. Adalet anlayışımızdaki boşluğa düşüp ahlaklı olmakla ahlakçı olmak arasındaki boşluğa düştüğümüzü anladığımızda artık çok geç olacağının gerçeği. Gerçeklerden gerçek beğenmek zor mu geliyor;o zaman kendi yalanımızda boğulmaya ne dersiniz?

Bütün bu yaşananlar ve yaşanacaklar, siyasi muhalefetin tarihinin de ülkemizdeki karşılığıdır aslında. Her türlü egemen güce karşı bir türlü gerektiği gibi doldurulamayan siyasi muhalefet/sizlik hali elbette yargının halinden bağımsız değil. Çünkü yargı da bu güçler dengesinin ve tam da siyasetin ortasında duruyor. Siyasi muhalefetin bu boşluğu dolduramıyor olmasının nedeni muhalefetin yöneldiği gücün sadece iktidardaki siyasi otorite, siyasi parti, bir kişi ya da kurum olmasıdır belki de. Muhalefetin aslında başımıza musallat olmuş bazı kavramlara yönelmesinin zamanı çoktan gelmiştir. Siyasi muhalefetin dolduramadığı boşluğu, entelektüel bir muhalif örgütlenme doldurmayı başarabilir ve sonrasında gerçek anlamda bir siyasi muhalefetin de zeminini oluşturabilir mi? Entelektüel cesaret ve ahlak dediğimiz şey gerçekten var mı? Varsa nerede?

Cevaplardan daha çok doğru soruları sormak, bildiklerimizi ters yüz etme ve gerekiyorsa ödenecek zihinsel bedelleri ödeme pahasına denemek zorundayız. Althusser’den çalarak söylersek, “kendimize masal anlatmaktan vazgeçmek” için hâlâ zamanımız varken masallardaki ayakkabısından aşık olduğu kadını tanıyan şapşal prensler ve kendisini öperek uyandıracak, sonsuza dek mutlu edecek prensi bekleyen salak prensesler olarak yaşamayalım.

Bu yargı masalı bitsin… Her gün başa sardığımız bu sabır testi bitsin. Hadi biraz zeka oyunları oynayalım mı madem öyle?

*Avukat