Yeni yıla iki gün kala bu yazı umuda, neşeye, sevgiye adanmış olsun. Dünyada giderek her yeri saran nefretin mantığını değil, onu ters yüz edebilecek bir başka mantığı düşünelim. Bu boş bir yeni yıl dileği olarak kalmasın, bütün gücümüzü böyle bir mantığı nasıl egemen kılabileceğimiz konusunda üreteceğimiz fikirlere yatıralım. Mesela hayatımızdaki küçük şeylere odaklanalım. Bize neşe veren ayrıntılara… Uzaklardan evimize gelen, bize başka bir hayatın mümkün olduğunu anımsatan can konuklara… Unutmaya yüz tuttuğumuz değerlerin dünyanın bir yerlerinde hâlâ bazı insanlar için önemli olduğunu düşünelim. Bazen en iyi müttefikin hemen yanı başımızda olup nefretten körleşen gözleriyle bizi görmekten aciz olanlardan çok bu uzak yakınlarımız olduğunun ayırdına varalım. Nefrete karşı en iyi ilacın bıkmadan usanmadan konuşmak, sevgide inat etmek olduğunu bilelim.
Şiddeti hayatımıza davet eden nefretin, kendine hep akacak bir yatak bulan su gibi beklemediğimiz yerlerde ortaya çıktığını herhalde en iyi bu yıllarda anladık. Ne yazık ki haksızlıklara karşı direnirken kendimizi nefretten sakınabilmiş değiliz. Bazen düşünüyorum, nefret verimli bir duyguya dönüşebilir mi diye… Sonra hemen tersine karar veriyorum. Zehirli bir dili var çünkü nefretin. İnsanı kendine bile düşman ediyor. İçinin karanlığı yüzüne yansıyan insanlar vardır etrafta… Konuştuğunuzda bir yerden üzerinize sıçratıverirler zehirlerini. Bulaşmazlarsa da aldırmazlar varlığınıza… Yanlarında kendinizi böcek gibi hissedersiniz. Bakışlarında sizi görmeyen ama sizi bir kaşık suda boğacak bir nefreti görürsünüz. Bunlardan azdı. Şimdiyse çoğaldılar. Otobüsteler, sokaktalar, alışveriş yaparken yanınızdalar. Bankada sıradalar. Kaba bir nefretle, hoyratça itip kakmaya hazır oradalar. Düşmanları olmanız için gerekçe yaratmaya hazırlar. Beden dilleri işgalci. Benciller. Sevmeyi belki de hiç öğrenmemişler. Belki de sevmek zannettikleri şey, bir tür sevgi yanlış bilinci…
Bu terimi sevmiyorum aslında. Yanlış bilinç… Bir konuda herhangi birinin yanlış yapılanmış bir bilince sahip olduğunu varsaydığımızda aslında onun yapıp ettiklerini meşru kılıyoruz galiba. Bir şey yanlışsa doğrultulabilir evet, ama bilincimiz kendi dışımızda bizi çevreleyen koşulların sonucu olarak yanlış yapılanmışsa hiç sorumluluğumuz yoktur gibi. Bir yerlerden, sanki tepeden bir yerlerden öyle bir bilinç edinmişiz işte… Acaba gerçekten öyle mi? Sevgi sandığımız şeyin öyle olmadığını gerçekten hiç mi anlamıyoruz? Her zaman sonuç muyuz? Sonucun ortaya çıkışında kişisel olarak payımız ne kadar? Üretirken kendimizi de yaratıyorsak o sonuç, bizi çevreleyen her şey kadar kendi yapıp ettiklerimizle şekillenmiş demektir. Kendimizi üretiyoruz. Duygularımız da salt tepki değil o halde. Onlar aynı zamanda amansızca etkili de. Nefretin yaratıcısıyız, biz nefret duyanlar tarihsel olarak pasifçe yaratılmadık. Tarihin katı yasalarına tabi sayarsak kendimizi, bu sorumluluktan kolay bir kaçış olmaz mı? Sorumluluğumuz nerede başlıyor? Hep birlikte cinnete doğru giderken bu cinnetten ne kadar sorumluyuz? Bu sorular böyle uzar gider… Derin mevzular bunlar. Benimse bugün lafı daha öteye taşımayı hiç canım istemiyor.
Yazının ilk paragrafına döneyim. Şu aralar, nefretin kararttığı ufka bakarken direncimi tazeleyen ufak tefek şeyler oldu. Mesela 2012’den beri Ankara’ya uğramayan kar nihayet yağdı. Evimin penceresinden karın sokak lambasının soluk ışığının etrafında dans edişini gördüğümde heyecanlandım. Çocukluğum geri geldi. Kara hep sevinirdik. Okul tatil olmazdı kar yağınca. Okulun bahçesinde kartopu oynarken dünya umurumuzda olmazdı. Salt sevinç kesilirdik. Islak eldivenlerimizin içinde parmaklarımız donardı, aldırmazdık. Çocuktuk. Gece yarısı penceremden karın yağışını seyrederken içimde yeniden o çocuk uyandı sanki. Mutlu oldum. Sonra düşündüm, insanlar şu aralar hep çocukluklarını hatırlıyor. Herkes çocukluk düşlerini canlandırmaya çabalıyor. Çocukluğumuza özlemimiz büyüyor. Yaşadığımız sıkıntılarla, baskının yoğunlaşmasıyla çocukluğa duyduğumuz özlemin büyümesi arasında doğrudan bir bağıntı var sanırım. Sanki çocuk olursak yeniden, her şeye yeniden başlama şansına kavuşacağız. Sil baştan kurabileceğiz hayatlarımızı. Bambaşka bir hayat istiyorduk, bir yerlerde yanlış yaptık. Çocuk olursak yeniden, o yanlış adımı atmayız belki. Ne dersiniz? Ya da çocukluğun her şeyi sağaltan enerjisidir aradığımız kim bilir? Yeniden ayağa kalkabilmeyi geçmişin yükünü taşımayan o çocuk omuzlarının başarabileceğini biliyoruzdur. Yalnızca ve yalnızca geleceğe dönük çocuk bakışlarını arıyoruzdur. İşte kar o çocuk bakışlarını canlandırdı sanki. Umudum yeşerdi yeniden.
Sonra dün uzaklardan yeğenim geldi. Birlikte bir yerlerde yemek yedik. Garson yemeğimizi içinden apak bulutlar, dumanlar yayılan bir kase eşliğinde getirdi! Basit bir yemeğin, bir çorba kasesinin içindeki kuru buza sıcak su dökülerek yaratılan duman efekti eşliğinde servis edildiğine ilk kez tanık olduk hepimiz. İlginç olduğu kadar komik bir andı. Şu bildiğiniz basit, sıradan, beyaz çorba kasesinden yayılan dumanı izledik heyecanla. Bunu servise görsel bir tat katsın diye düşünenin naif heyecanını hissettim o an. Belki de tesadüfen keşfedilmiş bir efekt. Beklenen etkiyi yaratmaktan uzak, ama tam da bu sakarlık sayesinde etkileyici. Neşeli bir an. O beyaz dumanlar nefreti siliyordu. O çaba, naif heyecanlarımızın ne kadar küçük olsalar da günü yaşanır hale getirdiğini hatırlattı. Değerli olduğumuzu birbirimize hatırlatacak böyle küçük anlara ihtiyacımız var aslında. Bir dostunuzun telefonu, birlikte içilen bir fincan kahve, bir ilgi ifadesi, kedinizin kucağınızda bıraktığı sıcaklık, bir mırıltı, arkadaşınızın yeni doğurduğu yavrularına sarılan kedisinin bakışlarında gördüğünüz kaygıyla karışık mutluluk… Hepsi küçük şeyler, ama nefretin boğan mantığını ancak onlarla ters yüz edebiliriz.
Dilerim 2019, bu küçük şeylerin çoğaldığı, onları görebilecek bir gönül gözüne sahip olabildiğimiz bir yıl olsun.