Günster Grass’ın Almanya’nın 20.yy’ın toplumsal tarihini her
yıla ilişkin bir öyküyle kaleme aldığı Yüzyılım romanı
benim için başucu kitaplarından biridir¹. Bu kitapta gerçek ya da
yaratılmış kişilerin deneyimleriyle tarihin kronolojik seyri içinde
sunumu, tarih yazınının toplumsal belleği geri çağırma arayışının
iyi bir örneğidir bence. Okuyucu bu kronolojik olaylar dizininde
yüzyılı tanımlamak için “hangi yıl ve hangi olay” sorusunu doğal
olarak sorar elbette. Grass, bu soruya doğrudan yanıt vermese de
bize aslında yaşam ve dehşet içinde süregiden salınımın birbirini
izleyen, tetikleyen bir süreklilik olduğunu anlatır. Savaşların,
ayaklanmaların, dehşetin, krizlerin ve tabi tüm bu gerginliğin
içinde güzel olan istisnaların yüzyılıdır yirminci yüzyıl. Günster
Grass’ın Almanya için oluşturduğu bellek seçkisini daha büyük bir
coğrafya ya da dünyanın tümü için yapmanın mümkün olup olmadığını
düşünüyor insan. Aynısı olmasa da aklımda Eduardo Galeano’nun Latin
Amerika için yaptıkları var. Galeano kendine özgü kara mizahıyla
insanlığın Latin Amerika’da ve dünyada kapitalizm karşısında
yaşadığı sıkışmışlığı, saldırıları, insanlık suçlarını “tepetaklak”
dünya anlayışıyla sunar. Yaşadığımız dönemi anlatırken Galeano
“şimdi korku mevsimidir” diyor; işsiz kalma korkusu, aç kalma
korkusu, şiddet korkusu… Ve ekliyor, demokrasi hatırlamaktan
korkuyor, dil söylemekten korkuyor²… Açık olanın gizlendiği,
hafıza kaybı yaşayan bir dünyadayız ona göre.
Acaba benim gibi 20.yy’ın ortalarında bir tarihte doğan ve
21.yy’da yoluna devam eden bir kişi kendi yüzyılını nasıl tarif
edilebilir? Böylesi bir arayış, belki tarihsel zamanı kronolojiden
koparıp, karakteristik dönemleriyle ilişkilendirerek aşılabilir. Bu
mümkünse eğer Eric Hobsbawm bu arayış için iyi bir rehber olabilir.
Hobsbawm 20.yy’ı “aşırılıklar çağı” olarak tanımlar, bu yüzyılın
başlangıcı ona göre I. Dünya Savaşı'nın başlangıcı olan 1914’dür.
Yirminci yüz yıl üç alt dönemde (1914-1945, 1945-1989 ve 1989
sonrası) şekillenmiştir³: Topyekûn Savaş, Soğuk Savaş, klasik
uluslararası güç dengelerinin sonu ve ABD hegemonyasının krizi ve
yeni bir savaş dönemiyle içinde yer aldığımız, yaşadığımız yüzyıl⁴.
Hobsbawm yeni bir şiddet döneminin erken tanığı ve geleceğe ilişkin
şüpheli beklentileriyle 2012 yılında aramızdan ayrıldı. Ardında şu
tespitleri bırakarak: “Bugün, 20. yüzyılın egemen birimi 'bağımsız
teritoryal devletin’ değişim geçirdiği bir sürecin içindeyiz… Soğuk
Savaş döneminin ardından dünyaya askeri ve silahlı gücünü
dayatabilen tek bir büyük devletin (ABD) kalmış olmasıdır ve ABD
gerçekte, BM gibi uluslararası kurumları her kertede baypas eden
bir imparatorluk gibi davranmaktadır. Ne var ki ABD de, çağımızın
sanayileşmiş dünyasında eskisi kadar egemen konumda değildir.” Ona
göre bu yeni yüzyıl bir hegemonya krizinin yüzyılıdır.
Hobsbawm’ın tarihsel dönemlerine kendi yaşamımı yerleştirirsem
şunları söylemek mümkün: Soğuk Savaş döneminde yükselen sol ve emek
mücadelesinin tanıklığıyla süren çocukluk ve gençlik dönemimin
ardından, yeni bir şiddet ve otoriterleşme süreciyle devam eden
bir “yüzyıl” bizimkisi. 1980’leri izleyerek neoliberal
iktidarların Türkiye ve dünyadaki emekçi kitleler üzerine
saldırılarına, faşizan otoriter rejimlerin yükselişine, şiddete,
teröre, bölgesel savaşlara, yükselen darbelere ve karşı darbelere,
ırkçı, cinsiyetçi, milliyetçiliğe, bir tür yeni “orta çağa”
tanıklık eden bir yüzyıl. Korkunun yaşamın her alanında egemen
olduğu küresel tiranlar yüzyılı. İnsanların düşünce biçimlerinin,
toplumsal kurumların, normların ve değerlerin çöktüğü bir Veba
dönemidir içinden geçtiğimiz. Peki bu bir son mu? Elbette değil.
Çünkü tarih bize her çöküşün yeni bir başlangıca da kapı
araladığını da vadeder. Manuel Castel’in, İsyan ve Umut
Ağları kitabında vurguladığı gibi: Eğer dünya çapında “birçok
birey kendini aşağılanmış, sömürülmüş, görmezden gelinmiş, yanlış
temsil edilmiş olarak hissediyorsa korkularını aşar aşmaz
öfkelerini eyleme dönüştürmeye hazırdır”. Böyle bakıldığında
günümüze uzanan “kısa 21 yüzyıl” her ne kadar baskı, savaşlar ve
otoriter rejimlerle şekillense de o aynı zamanda yükselen yeni
toplumsal hareketler, isyan ve arayışların yüzyılıdır.
NASIL BİR GÖRÜNÜMLE BAŞLADI?
Yüzyılın zaman diyagramını 11 Eylül 2001 ile başlatanların
sayısı az değil. İkiz Kuleler saldırısı bu yüzyılın şiddet
siluetinin bir tür alamet-i farikası oldu. Samuel Huntington’un
Medeniyetler Çatışması adlı çalışmasının bir tür
siyasal “rehberlik” ettiği din ve kültürler çatışmasının
yüzyılımızdaki doğal mekânı Ortadoğu ve Arap Yarımadası'ydı: 2010
ve 2012 yılları arasında Arap Baharı olarak tanımlanan ABD’nin
doğrudan ya da dolaylı müdahaleleriyle gerçekleşmiş siyasal bir
dalga bölgeyi yeniden yapılandırdı. Cezayir, Bahreyn, Cibuti,
Mısır, Ürdün, Irak, Lübnan, Libya, Moritanya, Fas, Umman, Filistin,
Sudi Arabistan, Sudan’da patlak veren kitlesel olaylar, Tunus’taki
“Yasemin Devrimi'ni” izleyen Yemen’deki ayaklanma ve Suriye İç
Savaşı'nın tırmanışı izledi. Manipülasyonlar ve tüm bu toplumsal
olayların farklı özellikleri bir yana bırakılsa, hepsini kuşatan
ortak özellikler artan işsizlik, yoksullaşma, siyasi yozlaşma ve
özgürlük arayışlarıydı. Kapitalizmin, emperyalizmin sömürü
mekanizmalarıyla şekillenen baskıcı rejimler ya devletler arası
krizle ya farklı kimliklerdeki halkların eşitlik ve özgürlük
arayışlarıyla bir isyan dalgasını 21. yy’a taşıdılar. Bu süreci
Arap Kışı olarak tanımlanan (2012-2013) Mısır, Irak, Tunus’taki iç
savaşlarla şekillenen otoriter, cihatçı dini rejimlerin yükselişi
izledi. Farklı kaynaklar bu olaylarda bir milyonu aşkın kişinin
öldüğünü ve milyonlarca insanın mülteci konumuna geldiğini
belgeliyor. Hatırlayalım; bu olayların patlak verdiği süreçte
Türkiye’de AKP iktidarına karşı tarihinin en büyük siyasal
protestolarına tanıklık etti. 27 Mayıs – 15 Haziran 2013 tarihleri
arasında başta Türkiye’nin üç büyük kenti olmak üzere ülkenin hemen
her yerinde kitlesel protestolar yaşandı. Bu süreç AKP iktidarının
yükselen otoriterleşme eğiliminin de başlangıcıydı.
Öte yandan dünyanın diğer yakasında yaşadığımız yüzyılın
başlangıcı Latin Amerika solun canlanışıyla gerçekleşti. 2009
yılına değin kıtanın neredeyse üçte ikisi Latin Amerika’nın solunun
kontrolüne girdi. Latin Amerika’nın İkinci Bağımsızlığı
olarak adlandırılan bu dalgada Venezuela'da Hugo Chavez,
Arjantin'de Nestor Kirchner, Brezilya'da Lula da Silva, Bolivya'da
Evo Morales, Şili'de Michelle Bachelet, Uruguay’da Vazquez,
Paraguay’da Fernando Lugo, Ekvador'da Rafael Correa, Nikaragua'da
Daniel Ortega ile sol iktidara taşındı. Bu süreç Latin Amerika’da
bir yandan ABD karşıtı toplumsal hareketlerin güçlenmesine diğer
yandan ise IMF programlarını terk edilip, kamusal programların
yükselişine tanıklık etti. Kuşkusuz bu iktidarların hiçbiri
sosyalist değildi; sürdürdükleri bölüşüm yanlısı ulusalcı, halkçı
programlarla bir tür “pembe solu” temsil ediyorlardı. Nitekim bu
dönemde sürdürülen bölüşüm yönelimli büyüme politikalarıyla 17
Latin Amerika ülkesinden 16'sında gelir eşitsizliği azaldı. Ancak
bu eğilim 2016 yılından başlayarak ABD ve küresel finans kapitalin
ve yerli işbirlikçilerinin örgütlediği sivil darbelerle sonlandı.
Doğası pembe olan bu iktidarlar James Petras’ın tespitiyle
Latin Amerika’daki sağ radikalizmin yükselişine, merkez soldan
merkez sağa kayışa ve solun merkeze yönelişine yenik düştüler⁵ ve
Brezilya, Paraguay, Arjantin, Şili, Honduras’daki solcu iktidarlar
teker teker sağ iktidarlara dönüştü. Son saldırılar Ekvador,
Bolivya ve Venezuela üzerinde yoğunlaşmış durumda⁶. Amerikan
kapitalizminin tüm bu baskı ve restorasyonlarına karşın 2019 Latin
Amerika Baharı'nın kazanımlarını geri isteyen kitlesel eylemlerle
toplumsal belekteki yerini aldı. Nitekim, The Guardian, 2019’u
Latin Amerika’nın kemer sıkma politikalarına, iktidar yozlaşmasına
karşı kitlesel eylem yılı olarak tanımladı. İçinde soldan,
ulusalcılığa; kır kökenli yoksullardan kentli sınıf katmanlarına
farklı renkleri taşıyan protestolarla tanımlanan yeni bir Latin
salınımı… Kesin olan şu var ki henüz bu eylemlerin toplumsal
kişilikleri tanımlanmış değil. İktidarlara karşı yüksel bu
hareketlerin ortak yönü Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm kitabında
20.yy’ın başındaki çözülmeyi tanımladığı çift yönlü hareketlere
benzemesi. Vaatlerini tutamayan iktidarlara alttan gelen bir
reddiye ve direnme dalgaları olmaları. Hepsinin ihtilalci karakteri
olsa da devrimci yönelimlerini söylemek mümkün değil. Ancak bu çok
kimlikli toplumsal hareketler ve pasif direnişlerden, kitlesel
sokak eylemlerine uzanan protestolar dünya halklarının kendi
yüzyıllarıyla barışık olmadıklarının da açık dışavurumları. Bu
süreç neye gebe? Bu soru yirminci yüzyılın başında Rosa
Luxemburg’un tarih seçkisini geri çağırıyor: Ya barbarlık ya da
sosyalizm…
Gelecek yazımda dünyanın diğer bölgelerinin “yüzyılına” genel
hatlarıyla bakarak, 2019 yılını küresel kapitalizmin ana eğilimleri
içinde değerlendirmek üzere… İnsan onuruna yakışır “yeni” bir yıl
dileklerimle…
1. Günter Grass (1999), Yüzyılım, Gendaş Kültür:
İstanbul.
2. Eduardo Galeano (2004), Tepetaklak, Çitlembik
Yayınlar: İstanbul.
3. Eric Hobsbawm (2006), Kısa Yirminci Yüzyıl
Aşırılıklar Çağı 1914-1991, Everest Yayınları, İstanbul. Eric
Hobsbawm (2008), "20. Yüzyılda Savaş ve Barış", Küreselleşme,
Demokrasi ve Terörizm, Agora Yayınları: İstanbul.
4. Eric Hobsbawm (2008), 21. Yüzyılın Başında Savaş,
Barış ve Hegemonya", Küreselleşme, Demokrasi ve Terörizm, Agora
Yayınları: İstanbul.
5. James Petras (12.19.2017), Latin America: The
Pendulum Swings to the Right, Kendi Web Sitesi. Bu yazı üzerinden
Latin Amerika solu için bir değerlendirme yazısı için bkz: Hayri
Kozanoğlu (13.02.2018) “Latin Amerika Solu ve Seçimler”, BirGün
Gazetesi.
6. Bu ülkelerin yakın dönem restorasyonları için Korkut
Boratav’ın Sol Haberde yer alan yazılarına bakınız.