“Bence ‘keşke’ sözcüğü, elden kaçırma değil, her an yeniden hayata bağlanma, en ufak bir ayrıntıyla ya da her şeyle aynı durumun pekiştirilmesi anlamına geliyor.”
Cemal Süreya söylemiş bunu. Şu an mevcut toplum ruhsallığının, daha net ifadeyle, Mayıs 2023 seçim yenilgisinin travmaları içinde bunalan kesimlerin ruhsal yaralarına melhem olacak bir bakış açısı bu. Mayıs 2023 seçimleri, yüzeysel bir bakışla, ülkede bir şeyi değiştirmemiş gibi görünebilir. Ama bu değişmezlik, felsefi literatürdeki anlamıyla, halihazırda var olanın basitçe bir “tekrar”ı değil, onun bir “yinelenme”si de olabilir. Fark şu: Tekrarlamada, halihazırda olan aynen olduğu gibi tekrar eder; yinelenmede ise yeni bir potansiyel, yeni bir ihtimal üretimi söz konusudur. Cemal Süreya’nın “keşke”sinde adı geçen “en ufak bir ayrıntı” işte bu yeni potansiyele, yeni bir ihtimale karşılık geliyor. O potansiyel ve ihtimaldir ki henüz her şeyi elden kaçırmış olmadığımızı söyler, yeniden hayata bağlanma sebebimiz olur.
Meseleye böyle bakmak şüphesiz daha hayata dönük bir tutum olacaktır. En çok da belirsiz toplumsal statülere mensup kişiler (yani güçlü çelişkilere maruz kalan yerleri işgal edenler, mesela çöküş halindeki orta sınıf mensupları, küçük burjuvalar) böyle bir tutum içinde olmalılar. Çünkü bu kişiler edebiyatla, bilimle, felsefeyle, sanatla haşır neşir kişilerdir ve bunlarla bezedikleri bir dünyada yaşarlar. Ama neredeyse, bulundukları ülkeyi ya da toptan gezegeni “dışarıya hapsederek” yaşarlar orada. O sığınaktan dışarıya bir adım atar atmaz aşağılanma duyguları yığılmaya başlar. Hepimiz belli ölçülerde yaşıyoruz bunu; sokaktaki şiddet edebiyatı aşağılıyor, depremde yıkılan binalar bilimi aşağılıyor, politika sanatı, gazete manşetleri felsefeyi aşağılıyor. Bu kadar aşağılanma duygusu altında, doğal olarak, boğuluyorsunuz. Dönüp sığınacağınız yer yine edebiyat oluyor, sanatla hissediyor; bilimle açıklıyor, felsefeyle teselli buluyorsunuz. (Boethius’un “Felsefenin Tesellisi” geldi aklıma, bir ara onu konuşsak... Tam da şu günlerde ne güzel olur!)
Bizim en güzel sığınaklarımızdan olan Cemal Süreya’nın boğucu şimdide yeni bir potansiyelden, yeni bir ihtimal üretiminden dem vuran sözlerini ben Enver Ercan’ın “Şair Çünkü Onlar” kitabından okudum (s.240). Kitap, 2018’de aramızdan ayrılan Enver Ercan’ın Türk şiirinin ustası 28 şairle 80’lerin sonu ile 90’ların başında yaptığı söyleşileri bir araya getiriyor.
Enver Ercan, Ocak 1958’de doğdu ve altmış yıl sonra, doğduğu ayda öldü. Kelimenin tam mânâsıyla bir edebiyat emekçisiydi. Şair, eleştirmen, editör ve yayıncı kimliğiyle, ayrıca (2005-2011 yılları arasında) üç dönem yaptığı Türkiye Yazarlar Sendikası genel başkanlığıyla da edebiyat dünyamıza büyük katkılar sunmuş, orada unutulmaz işler başarmış biridir. Bilhassa, Yaşar Nabi ve Kemal Özer’den sonra uzun bir dönem (1990 senesinden ölümüne dek) yönettiği Varlık dergisini genç şair ve yazarlara kendilerini gösterecekleri bir platform olarak sunmuş olmasıyla ve yine Varlık dergisi bünyesinde gerçekleşen “Yaşar Nabi Nayır Ödülleri” ile epeyce yazara, çizere, şaire katkısı olmuş, onları bir yerden alıp bir yere taşımış biridir.
Beni de bir yerden alıp bir yere taşımıştır diyebilirim. Daha lise yıllarımda, 1985’de 86’da Düşün dergisinde çıkan yazı, şiir ve söyleşilerini okuduğum bu adamla ben, çok sonra 1999 yılında, bir yazı yayınlatmak için Varlık dergisine gittiğimde tanıştım. Her zamanki gibi güler yüzlü, esprili, muzip, hoş sohbetti. Öyle bir günmüş ki meğer, hiç o günde kalmadı. (Kendi dizeleriyle: “Anlatmak uzun/ kim bilir kaç yıl sürer daha/ bende o gün”.) Sonra yıllarca Varlık’da yazılar yazdım. Düzenlediği panellerde, söyleşilerde konuşmacı oldum. Ama içinde “Enver abi”nin olduğu işlerden benim için en özel ve en güzel olanı, doktora tez çalışmamı kitap olarak basmasıdır.
Bir klasik modernistti Enver abi. Çok satar yazarların en kötüsünün bile kendini Orhan Kemal’den daha kıymetli zannettiği medyatik kültüre, onun magazinleşen sanat/edebiyat medyasına hiç yüz vermeden, doğru bildiği işi doğru bildiği tarzda yaptı; kitle eğlencesi karşısında insanlık tragedyasına öncelik tanımaktan hiç vaz geçmedi.
Klasik modernist olmaktan ileri gelen bir tavır olsa gerek, çağdaş Türk şiirine de hep sevgiyle yaklaşırdı. Şair kimliğiyle kendisi de bu şiir içinde haklı bir yer edinmişti. Ama şairlerle söyleşilerinde daha çok eleştirmen kimliğiyle ön planda. Hem eskinin hem de kendi kuşağının şiirine çok hâkim. Söyleştiği her bir şairin şiir yolculuğunu tüm ayrıntısına kadar biliyor, çok iyi takip etmiş. Böyle olunca da modern Türk şiirine ilgi duyan herkes için zevkle okunacak bir başucu kitabı çıkmış ortaya.
Kitabı yayına hazırlayanın Attila Birkiye olması da ayrıca kıymetli. Bilen bilir, ele aldığı her işe, hele ki edebiyatla ilgili olanlara, bir kuyumcu titizliğiyle yaklaşır Birkiye; edebiyat tarihimize ait her şeyi bir arkeoloğun hassasiyetiyle inceler ve açığa çıkartır.
Rıfat Ilgaz’dan Ahmed Arif’e, Dağlarca’dan Metin Altıok’a, Türk şiirinin ustası 28 şairle Enver Ercan gibi “Türk şiirinin tarihini, coğrafyasını ve şairlerin bu coğrafyada belirginleşen konumlarını” merak eden bir edebiyat emekçisi tarafından yapılmış 45 söyleşiyi içeren “Şair Çünkü Onlar - Söz Uçar Şiir Olur" (Literatür Yayınları, 2022)”, bir tür “Tük şiiri atlası” gibi. Söyleşilerde Türk şiirinin tarihi, coğrafyası ve şairlerin bu coğrafyada belirginleşen konumları ortaya serilirken, Türk şiirinin önemli olayları, belli başlı akımları ve ünlü tartışmaları da genel bir çerçevede kafanızda şekilleniyor. 1940 kuşağı şairler derken toplumcu gerçekçileri mi anlamalıyız? Önce Garip (ya da Birinci Yeni), sonra İkinci Yeni, siyasal iktidar tarafından toplumcu gerçekçiliğin etkisini kırmak için desteklenmiş miydi? Peki 70’lerin siyasal şiirleri, slogan mı sayılmalıydı şiir mi? Ya 80 sonrası “hapishane şiiri”ne ne demeli? Özelde şiirimiz, genelde kültür tarihimizdeki yeri, anlamı, önemi nedir bunların?
Bir kere kitapta bütün bu konular hakkında yeni şeyler öğreniyorsunuz. Bu yönüyle kitap, neredeyse bir “modern Türk şiiri tarihine giriş” niteliğinde. Yanı sıra... Edebiyat tarihimizin bazı popüler tartışmaları hakkında da ilk ağızdan bilgiler ediniyorsunuz.
Mesela... “Ahmed Arif’in şiirleri aslında Enver Gökçe’ye mi ait?” Pek meşhur bir tartışmadır ya... Arif Damar, acaba bu gizem hakkında ne söylemiş? (s.148).
Veya... Zülfü Livaneli’den duyup dinlediğimiz “Leylim Ley”in ve daha başkalarının, aslında (müzisyen kimliği, halk ezgilerine olan ilgisi de bilinen) Erdoğan Alkan’a ait olduğu iddiası doğru mu? (s.252)
Ya da... Turgut Uyar, “Şiirimiz, kendi ustalığına inanmış nice ünlü şairin kendinden çektiği kopyalarla doludur” derken (s.204) kimleri, hangi şiirleri kast ediyor?
Benzer şekilde, Attila İlhan’ın “50’li yıllardan itibaren kentlileşen ve yeni yeni şehir heyecanları yaşayan okurlar, ya kırsalda kalan ya da meyhaneden çıkmayan -daha doğrusu köylülerle züppeleri- bir kenara bırakıp benim şiirime geldiler” sözleri (s.156) hangi şairleri hedef alıyor olabilir?
Bütün bunlara ek olarak, okurun ilgisine göre bazı kişisel keşiflere, hazlara da açık kitap. Şahsen, azgelişmişlik üzerine görüşlerini, çok imgesel bir saptamayla, “makineyi yapan” ile “makineyi kullanan” toplumların değişmelerindeki özdeşlik ve farklılık üzerinden yapan (s.219) Ece Ayhan’daki sıkı sosyal bilimciyi yeniden keşfetmek, büyük bir zevkti benim için. Can Yücel’in “İnşallah Güler benden önce ölmez. Elsa ölünce Aragon homoseksüel olmuştu çünkü” (s.180) sözleriyse çok güldürdü ama “Şair Baba”nın yokluğunda gülümsemenin ne kadar uzağına düştüğümüzü de hatırlattı.
Ne menem günlerden geçtiğimizin bir başka örneği de Cahit Külebi söyleşisinde karşıma çıktı. 1986 tarihli röportajında gelenekçiliği eleştirirken, “Geçenlerde Türk Dili dergisinde bir koca orgeneral Bayburtlu Zihni üzerine, soyut biçimde onu göklere çıkaran bir yazı yazdı. Pes dedim” diye yakınıyor Külebi (s.63). O yakınıyor ama biz, “Vay be, bir zamanlar Bayburtlu Zihni hakkında yazı yazan orgenerallerimiz varmış bizim” diyoruz.
İçinden geçtiğimiz günlerin boğucu gerçekliği karşısında sığınacağımız yer, yukarıda da söylediğimiz gibi, yine edebiyat oluyor. Enver abinin ve söyleştiği şairlerin kitapta yaptıkları şey de tam olarak bu. Şairlerin “kanatlı sözleri” gerçekliğe mukavemette güç veriyor.
Mesela...
Enver abi, modern Fransız şiirindeki bilinçaltı kurcalamalarına heves edenleri sorunca, Oktay Rifat, “Bilinçaltı dediğimiz ruhsal bölge bilinç dışıdır. Bilinmez ki akılla taklit edilsin” diyor (s.40).
Enver abi, “İkinci Yeni’yle ilişkiniz nedir?” diye sorunca, Cemal Süreya, “İkinci Yeni bir güvercin curnatasıdır. Ben en alçaktan uçuyorum. Avcılardan değil, arkadaşlarımdan korktuğum için” diyor (s.232).
Enver abi, niçin “Şair mutsuz kişidir” demiş olduğunu sorunca, İlhan Berk, “Büyük bir acımasızlığın egemen olduğu bu dünyada şair neden mutlu olsun? Şairin önündeki kâğıt, yara bere içindedir” diyor (s.95).
Enver abi böyle güzel güzel sorunca, onlar da işte böyle, insanın ezberinde tutmak istediği, aforizmaya yaklaşan “kanatlı sözler” söylüyorlar.
Büyülüyorlar, etkiliyorlar, sarhoş ediyorlar.
Şair çünkü onlar.