Filmin sonlarında Joker, artık ilk filmden tanıdığımız ve Joker’le artık özdeşleşmiş merdivene (başka bir amaçla) tekrar dönüyor. Bizce yüzünde sanki: ‘Zamanında bu merdivende ne fırtınalar estirmiştim!’ der gibi bir ifade var. Durum böyleyse biz de aynı duyguları paylaşıyoruz!
Son 25 yıldır Hollywood ve dolayısıyla dünya sinemasında da bir ‘hegemonya’ kurmuş Marvel ve DC comics uyarlaması filmler son yıllarda ufak bir düşüş yaşamaya başladılar. Marvel ‘ailesi’, muazzam bir gişe başarısı getiren "Infinity War" ve "Endgame" adlarındaki ‘toplu’ Avengers filmlerinden sonra kendi çaplarında bu ortaklaşa macerayı bir sonuca bağladıkları için daha çok karakterlerinin ‘solo’ hikayelerine eğildiler.
Marvel’in en büyük rakibi DC de bu taktiği izledi ama sanki onlar göreceli olarak daha ‘usturuplu’ bir yol haritası çizdiler. Onlar da birkaç toplu kahramanlar macerası saçtıktan sonra kendi evrenlerinin Batman ve Joker gibi en ikonik karakterlerine sarılmayı seçtiler. "Batman vs Superman" gibi bizce gereksiz denemelerden sonra gelen 2019 yapımı "Joker" ve Nolan revizyonundan sonra adeta ‘kendine gelmiş’ "Batman" (2022) filmleri bizce Marvel yapımlarına göre daha hoş izler bıraktılar.
Bu filmlerden özellikle Todd Phillips imzalı "Joker" filmi etkileyici bir örnekti: Yönetmen senaryoyu "Felekten Bir Gece"nin senaristiyle beraber üstlenip Batman’in baş düşmanı Joker’in köklerine iniyor ama sadece bir ‘Joker, nasıl Joker oldu?’ hikayesine saplanmadan, düzensizlikten düzen çıkaran, kaotik bir düzenden bir anarşi ortamı yaratan bu karakterin iç dünyasına ışık tutmuştu. Filmin bir devamı ilk etapta düşünülmemişti ama hem filmin Oscar ödüllerindeki adaylıkları (toplam 11 dalda!) hem de yaklaşık 60 milyon dolarlık bütçesiyle bir milyar dolardan fazla hasılat getirmesi doğal olarak bir devam projesinin önünü hemen açtı.
VE KORKULAN OLUYOR!
İlk "Joker" filmini sevsek de sevmesek de kabul etmemiz gereken bir nokta vardı: Film bir şey anlatıyordu! Hikayede yavaş yavaş yer alan anarşi düzeninin son kertede bir nihilizme vardığını ve çok ciddi bir yere bağlanmadığını savunarak eleştirenler de vardı. Ancak 5 sene sonra gelen bu devam filmi böyle sorgulamalara bile girmiyor. Bütçe ilk filmin üç katına çıkmış olduğu halde, hikayeye garip bir müzikal yapım havası eklenmiş, artık söyleyecek yeni bir şeyi kalmamış Joker karakteri maalesef ‘yerinde saymaya’ başlıyor ve filmin mekanlarının sadece bir ‘ruh ve sinir hastanesi’ (daha doğrusu bu filmde hapishane) ile bir mahkeme salonu arsında sıkışıp kalması senaryo katmanları kadar karakterlerin özelliklerini de zayıflatıyor. Hatta filmin ilk bir saatinde Arthur/Lee yakınlaşması dışında kayda değer bir olay yaşanmadığını söylersek abartmış olmayız herhalde!
Konuya değinecek olursak: Arthur Fleck (namı-ı diğer Joker) işlediği cinayetlerden sonra tutuklanmıştır ve tehlikeli ruh hastalarının tutulduğu bir hapishanede bulunmaktadır. Arthur’un avukatı müvekkilinin kötüden ziyade hasta olduğunu kanıtlamak için mahkemeye gitmek ister. Bu esnada Joker’in ‘cezalandırır’ gibi işlediği cinayetler hem medyanın hem de insanların büyük ilgisini çekmiştir hatta bir kesim insan adeta Joker fanatiği olmuş, onun gibi giyinip, ona destek olmaktadır. Yattığı hastanede Arthur’un kendisi gibi trajik bir hayat yaşamış olan Lee ile tanışması ve onunla yakınlaşması işleri daha da karışık bir hale sokar.
SINGING IN THE PAIN…
Kağıt üstünde ilk filmde Joker rolünde bir kez daha ‘döktüren’ Joaquin Phoenix’in yanında Harley Quinn rolünde Lady Gaga’yı izleyecek olmamız iştihamızı kabartmıştı. Lady Gaga’nın gerçek hayatında bile ne kadar şaşırtıcı ve sıra dışı bir karakter olduğunu göz önüne alırsak… Üstelik Gaga zirvede olduğu müzik hayatıyla yetinmeyip bir kez daha önemli bir filmde rol alarak sinema kariyerini de inşa etmeye sağlam bir şekilde devam ediyordu.
Ancak sanki bu sanatçının varlığı filmi belli bir kalıba sokuyor, ana hikaye ona göre dizayn edilmiş olduğu gibi bir izlenim veriyor. Bildiğimiz kadarıyla filmi yaratanlar müzikal bir filmden ziyade ‘karakterlerin müzik yoluyla kendilerini ifade ettikleri’ bir film yapmak istemişler. Oysa ilk filmde Joker’in bazı figürleri ve sıra dışı beden dili bunu fazlasıyla veriyordu.
Bu filmde ise sık sık Arthur’un hayal dünyasında gördüğümüz Joker/Harley Quinn buluşmaları ister bir stand up sahnesinde, ister bir binanın çatısında şehir manzarasına karşı isterse de evlilik merasimi yapılan bir yerde olsun hissedilen şeyler pek akılda kalmayacak aşk şarkıları eşliğinde geliyor. Sadece belki Jacques Brel’in unutulmaz şarkısı ‘Ne me quitte pas’ İngilizce versiyonuyla tanıdık geliyor ama hepsi bu kadar!
Phoenix elinden geldiğince Gaga’nın üstün ses performansına ayak uydurmaya çalışıyor ama sanki hem o hem de dolasıyla film tamamen müzikale kaymaktan korkuyor. Ama bu korku bizce nafile bir korku çünkü sonuç değişmiyor: Film sanki bütün ‘DNA’ yapısını müzikal bir yapımdan ödünç almış. Müzikler daha doğrusu müzikal sekanslar oldukça erken geliyor ve asla tam olarak yerlerini bulamıyorlar. Hikayeyi aksatmaktan başka…
JOKER KAYBOLMUŞ BİR DURUMDA…
Bu çarpık yapıdan en büyük zararı tabii ki filmin asıl kahramanı Joker görüyor: İlk film Arthur’un trajik rastlantılar ve kötücül insanlarla yoğurulup nasıl Joker’e dönüştüğünü anlatıyordu. Burada ise sanki Joker umutsuzca Arthur karakterine dönmek istiyor. Bu sadece ilginç olmaktan uzak değil aynı zamanda başkarakteri tekrar başlangıç noktasına döndüren anlamsız bir durum...
Filmdeki mahkeme sekanslarına bakacak olursak: Bu sahnelerde belli bir beklentimiz başlarda var. Çünkü Joker gibi bir karakter işlediği cinayetleri kendince bir mantığa oturtup çok farklı kapılar açabilecek konuşmalar yapabilirdi. Hatırlayacağımız üzere ilk filmde Joker’in işlediği beş cinayetin kurbanı (gerçi sonra altı olduğunu öğreniyoruz ama) ırkçı ve hoyrat, ‘beyaz yakalı’ Walt Street’te çalışan üç genç, Arthur’un çalıştığı kulüpte terör estiren bir adam ve hem megaloman hem de duyarsız, kötücül bir televizyon yapımcısı ve sunucusuydu. Bu tabii ki bu cinayetleri haklı göstermiyor ama Joker’in bu ‘cezalandırma’ eylemlerine kendi içinde bir dayanak noktası sağlıyor ve onları belli bir çerçeveye oturtuyordu. Burada ise ısrarla Arthur karakterine dönmek isteyen Joker mahkeme karşısında adeta ‘sudan çıkmış bir balığa’ benziyor!
Son olarak filmin yorumu dışında kalan bir noktasından da bahsetmek istiyoruz: Öğrendiğimiz kadarıyla "Joker 2" filmi Türkiye’de ilk defa ‘gerçek’ IMAX formatında (lazer tekniğiyle) seyircilerle buluşacak. Belki de bu, filmin tek başarısı olan özenli kadrajlarından belli zevk almak bizce filmi dijital platformlarda beklememek için iyi bir neden.
Filmin sonlarında Joker, artık ilk filmden tanıdığımız ve Joker’le artık özdeşleşmiş merdivene (başka bir amaçla) tekrar dönüyor. Bizce yüzünde sanki: ‘Zamanında bu merdivende ne fırtınalar estirmiştim!’ der gibi bir ifade var. Durum böyleyse biz de aynı duyguları paylaşıyoruz!