'Bir zamanlar özgürdüm'
William Golding, 'bir itiraf' olarak nitelendirdiği Serbest Düşüş'te bütün hikayesini temel bir sorudan yola çıkarak anlatıyor: "Özgürlüğümü ne zaman kaybettim?"
Hatice Balcı balci.hatice@gmail.com
İnsanın başkaları için pek bir anlam ifade etmemesi kendi gözündeki değerini azaltır mı? Bu açıdan bakıldığında Coetzee’nin Utanç’ının David’i ya da Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ının Yeraltı Adamı kendileriyle didişip dururlar. William Golding’in Serbest Düşüş’ündeki Bay Mountjoy ise çocukluğunun ve gençliğinin acı tatlı deneyimlerine dönerken benliğine belli ölçüde değer biçiyor. Kitabın daha ilk sayfasında, Mountjoy’ın anlatıcı sıfatıyla bize açılmasının bir nedeni var. Tüm hikâyeyi baştan almasını sağlayan temel bir soru bu: "Özgürlüğümü ne zaman kaybettim? Bir zamanlar özgürdüm. Seçme gücüne sahiptim… Özgür irade müzakere yoluyla öğrenilmez. Sadece tecrübeyle edinilir. Tıpkı bir rengi tanımak ya da patatesin lezzetini bilmek gibi…’’ *
Samuel Mountjoy, Londra’nın yoksul bir mahallesinde doğmuştur. Babasını tanıyamamış, annesini küçük yaşta kaybetmiştir. Başka hiçbir şeyiyle olmasa da yaptığı resimlerle çevresinde hayranlık uyandıran, renklerin şamatasıyla düşünürken coşkusunu resimleriyle anlatan, kısacası kanı kaynayan biri Sammy.
Romanda zamanın akıp gittiğini, Sammy bir kişinin resmini çizip bitirdiğinde ve bir başkasına geçtiğinde anlıyoruz. Neredeyse kitabın ortalarına kadar, - bebekliğinden yetişkinliğine değin – büyümesini sağlayan kadınları ve çocukluk arkadaşlarını sayıp döküyor. Sonra onu savaş zamanı, artık ünlü bir ressamken, subay kimliğiyle Gestapo’nun hücresinde görüyoruz. Kitabın ikinci yarısında ise sıklıkla erkeklerin portreleri çıkıyor karşımıza.
Kimi filmleri, şarkıları ve kitapları tekrardan izler, dinler ve okuruz. Bunu yaparken yavaş ve derin nefes aldığımız an’ları çoğaltırız. Sammy benzer bir şeyi epey farklı bir biçimde yaşıyor. Kendi hücrelerini mikroskopta inceler gibi geçmişini inceliyor. Sammy’nin, anılarını belleğinde evirip çevirdiği bu denemelerin her birinde, zihnindeki o temel soruyu ışığa tuttuğuna tanık oluyoruz. Mesela öğretmeni Pringle’nin kendisine neden o derece büyük bir kin duyduğunu sorgularken "Dünyada benim suçum olmayan bir şey var mıydı?’’ diyor içinden. İşler yolunda gitmediğinde başkalarını suçlamak öylesine olağanlaşıyor ki, bu saldırganlığın hafifliği, yıkıcı özünü bastırıveriyor. Ve böylece, içerdiği tüm evrensel vurgusuna rağmen "bireye saygı"ya dayalı davranışlar, çocuklardan zahmetsiz bir kayganlıkla esirgenebiliyor.
Austen’i, Tolstoy’u veya Marquez’i okurken dünyanın o sırlı hareketliliğine kapılarak ilerleriz. Bu sanatçıların eserlerinde, kişiler hayatın akışı içinde duracakları ya da varacakları yeri belli ederler. Olabildiğince çok sayıda karakter hikâyenin merkezinde, yakınında veya çeperinde konumlanır. Golding’in yapıtında, Sammy’nin bellek tabloları, tek bir merceğin odağında yer alıyor, Sammy’ninkinin… Eserin temsil ettiği bu şeyi Duras’ın Sevgili’si ile Utanç’ın David’inde de yakalayabiliriz. David ile Sammy, mizaçlarındaki o kayıtsızlıklarıyla birbirlerine yakın dururlar. Fakat suçluluklarına dair dosyalarını incelediğimizde, aralarında akrabalık kurmak biraz daha zorlaşır. Bana kalırsa, David’in ‘’ne sıcak ne de soğuk’’ halleri ile Sammy’nin duygusal gel-git’lerinin tezatlığının bunda payı var. Sevgili ve Serbest Düşüş’ü bütün olarak yan yana koyduğumuzda ise her ikisinde de ergenlikle, gençlikle, yoksunlukla, şiddetle, bırakılmışlıklarla boyanmış renklerin onların dokularına hücum ettiğini görebiliriz. Üstelik bu metinler, sayfalarına taşıdıklarıyla birbirlerini o denli yankılamalarına rağmen hayranlık uyandıracak ölçüde özgündürler: Sevgili’nin, üzerine yağmur damlaları düşen şiirinin gücü, koca bir nehirde beni teknesiyle bir uçtan öteki uca taşımıştı. Golding ise engebeli bir arazide spor ayakkabılarımla baş başa bırakıyor.
Öte yandan, bu üç yazarda da gördüğümüz şeylerin bizi bu derece etkilemesi belki de, insanın derisinde açılan çizikleri, özgürlüğün ne olduğunu, suçun ve suçluluğun nerelere uzandığını, bizi başkaları karşısında sessizliğe gömülmeye veya tam tersine itiraza götüren şeylerin ne olduğunu kendi benzersizlikleriyle anlatabilme gücünde yatıyor.
Romanda ‘’masumlar’’ paylarına düşenin daha azına sahipler. Hainler talihli tarafta görünürken, suçlular umutsuzca acı çekiyor. Kitabı bitirdiğinizde hemen kapatmayın; son satırın altında boşluk bırakıp yan yana üç minik yıldız yerleştirin. Sonra başa dönün, ilk paragrafı kopyalayın, yıldızların altına yerleştirin ve bir kez daha okuyun.
William Golding kimdir?
1911 yılında Cornwall'de doğdu. Oxford Üniversitesini bitirdi. 1934'te Poems yayınlandı. 1954'te Sineklerin Tanrısı ile ün kazandı. Bu kitabından sonra yayınlanan kitapları (özellikle Piramit) çok daha güçlü bir edebi yapıya sahip olmasına rağmen aynı etkiyi yaratmadı. 1980'de Rites of the Passage adlı eseriyle Man Booker Ödülü'nü aldı. 1983'te İsveç Akademisi "Gerçekle söylenceyi ustaca birleştiren, insanın ruhsal ve fiziksel boyutlarını derinlemesine inceleyen romancı bu yılın ödülüne layık görüldü" diyerek Nobel Edebiyat Ödülü'nü William Golding'e verdi. O dönemde İngiliz yazar John Fowles, Golding için "En iyi İngiliz yazar" demiştir. 1988'de "Sir" unvanını alan Golding, 1993'te ardında yarım kalmış bir roman bırakarak (The Double Tongue) kalp yetmezliğinden öldü.
(*) Serbest Düşüş, Golding, William, Çev: Nilgün Miler, İş Bankası Yayınları, 1.basım, Haziran 2016, bkn. syf.1