Müslüman fakihler bin senedir bu konuyu tartışıyorlar; adalet herkes için eşit kurallarla geçerli evrensel bir olgu mudur yoksa öncelikle iman edenleri koruyup kollamalı mıdır? 1979 sonrasında İran ceza hukukunda bu kurallar kişilerin dinine göre işlemeye başlamıştı. 2003'te yaptığı 'büyük bir hukuk reformu' sonucunda bu eşitsizliğe son verdi. Akkoyunlulardan 500 sene sonra ne büyük bir gelişme!
Tebriz İran'da 'Doğu Azerbaycan' eyaletinin en önemli şehri. Tarihi açıdan da kent açık hava müzesi gibi. Kentin şimdi merkezinde kalan Neolitik dönem yerleşiminden başlayarak her köşesinde tarih var ama bu yazıda ben Akkoyunlular-Safeviler devrine değineceğim. Aslında bu mevzuya daha önce değinmiştik. Josaphat Barbaro (1413-1494) adlı İtalyan silah tüccarının Akkoyunlular devrinde Anadolu- İran coğrafyasıyla ilgili gözlemlerini aktarmıştık.
Barbaro Safeviler öncesi Tebriz'in sosyal hayatına tanıklık emişti. Safeviler gelene kadar Tebriz bir Sünni-Türkmen şehriydi. Ama kentte Ermeniler de yaşamaktaydı. Barbaro Müslüman ülkelerde Hıristiyanların eziyet altında yaşadığını söylüyor ama buna verdiği örnek oldukça ilginç. Anlattığı öyküye göre Tebriz'de çok zengin bir Ermeni tüccar varmış adı da Hoca Mirek. Hoca unvanının İranlı zengin Ermeniler, özellikle Culfa'da yaşayanlar arasında bir saygınlık ifadesi olarak kullanıldığını biliyoruz. Neyse bu Hoca Mirek'in müşterilerinden biri de Hacı lakaplı bir Müslüman ihtiyarmış. Müslüman ihtiyar, Mirek'in dükkanına her uğradığında 'Hadi bırak şu inadı da gel Müslüman ol, İslamla nurlan, öbür tarafa kafir gitme' falan diyormuş. Mirek de 'Sen kendi işine bak ben dinimden memnunum, Mesih'in yolundan ayrılmam' diye onu her defasında reddedermiş. Gel git Hoca Mirak bu tebliğ ısrarından artık sıkılmış. Gene böyle 'gel İslam ol' ısrarı başlayınca artık kızıp adamla kavga etmiş. Müslüman ihtiyar da kılıcını çekip Hoca Mirek'i bir darbeyle öldürmüş.[1]
Ermeni tüccarın oğlu babası öldürülünce Tebriz'in Akkoyunlu hükümdarına -muhtemelen Yakub (1478-1490)- şikayette bulunmuş. Şah katili hemen yakalatıp bizzat kendi hançeriyle öldürüp cesedini köpekler yesin diye sokağa attırmış ve 'kimse bu cesede dokunmayacak' diye de emir vermiş. Ölen Ermeninin oğluna da yüklü bir tazminat ödettirmiş. Şehrin 'dininde tassuba önem veren' ileri gelenleri bu duruma razı olmamışlar ve Şah'ın emrine karşı gelerek Hacının cesedini geceleyin gizlice kaçırıp dini usullere göre gömmüşler. Bu olayı duyan Şah emrine karşı gelerek cenazeyi gömenlerin tümünü -babası Uzun Hasan'ın türbedarı da dahil- kafasını uçurtmuş.[2]
Barbaro bu cinayet olayını İran'da Hıristiyanlara yapılan kötü muamelenin bir örneği olarak veriyor. Ancak kitabın çevirmeni ve derleyeni olan Tufan Gündüz'ün haklı olarak belirttiği üzere bu misal, aslında bu dönemde Şah'ın adaleti korurken nasıl sert bir objektiflik gözettiğini gösteren bir örnek. O dönemde Avrupa'da bu türden bir dava örneğine rastlamak pek mümkün değildi.
Neyse bu olay bana İran'da veya genel olarak Müslüman doğuda o dönemde ve günümüzde adalet denilirken ne kastedildiği tartışmasını anımsattı. Müslüman fakihler bin senedir bu konuyu tartışıyorlar. Adalet herkes için eşit kurallarla geçerli evrensel bir olgu mudur yoksa öncelikle iman edenleri koruyup kollamalı mıdır? Hint-İran dünyasının tanınmış fakihlerden Mübarek Şah (öl. 1215?), Bereni (öl. 1357), Hemedani (öl. 1384) gibilerinin bu konudaki görüşleri net. Onlara göre herkes için geçerli eşit ölçütlerde evrensel bir hukuk ve adalet olamaz. İslam hukukçusu ve idarecisi öncelikle Müslüman (iman etmiş) tebaanın hakkını gözetmelidir.[3]
Nasireddin Tusî (öl. 1274), Nizamü'l mülk (öl. 1092) ve 17. yüzyılda yaşamış olan Nureddin Kadı el Hakani[4] gibi düşünürler ise tebaanın tümüne eşit davranılan evrensel bir adalet sistemi kurulabileceği ya da kurulması gerektiğine dönük yorumlarda bulunmuşlardı. Onlara göre adaletin dini imanı olamazdı. Nureddin Kadı, 'Kafir ama adil bir padişahın, mümin ama adaletsiz bir padişahdan yeğ olduğunu (Adl-i bî-dîn nizam-ı alem râ, bihter ez zulm-i şah-i dindar est) yazmıştı.[5]
Neyse bu konuda bizim kuşakların da şahit olduğu üzere henüz bir uzlaşma yok, belki önümüzdeki yüzyıllarda olur. Sonuçta adaletin dini olabileceğini kabullenen modern İran'da 1979'dan sonra Akkoyunlular devrinin aksine cinayet ve diğer ağır suçların kişinin dinine göre cezalandırıldığı bir aşamaya geçilmişti. İslam hukuku gereği bilindiği üzere bir insan cinayet işlediğinde maktulun ailesinin kısas veya kan parası isteme gibi hakları bulunuyor. Yani ölen kişinin ailesi katilin idamını isteyebilir ya da kan parası alarak şikayetinden vazgeçebilir. Feodal çağlarda bu uygulama zengin ve kudretli bireylerin suçlarını kanuni yoldan kapatma yoluydu, günümüz Türkiye'sinde el altından bu uygulama devam ediyor. 1979 sonrasında İran ceza hukukunda bu kurallar kişilerin dinine göre işlemeye başlamıştı. Mesela bir Ermeni bir Müslümanı öldürürse maktulün ailesi kısas (yani bu durumda suçlunun idamı) talep edebilmekteydi. Ama tersi olursa yani bir Müslüman bir Ermeniyi öldürürse Ermeninin ailesi katilin idamını talep edememekteydi. Bu durumda Ermeni aile en fazla katilin hapsedilmesi ya da kan parası seçeneklerinden birini tercih etmek zorundaydı (kan parası ödendiğinde kişi hapse girmiyor). Ama kan parası da bir Müslümanın yarısı kadar olabiliyordu. Yani paranız varsa bir Müslüman için ödediğiniz kan parasıyla iki gayrimüslim cinayet kurbanının 'bedelini' ödeyebiliyordunuz. İran 2003'te yaptığı 'büyük bir hukuk reformu' sonucunda bu eşitsizliğe son verdi. Yeni yasayla kan parası her dinden insan için sabitlenip eşitlendi.[6] Akkoyunlulardan 500 sene sonra ne büyük bir gelişme!
Neyse Akkoyunluların Tebriz'inden geriye pek bir şey kalmamış. Zira Safevi Şahı İsmail 1499'da kenti aldığında tüm aile büyüklerini katleden Akkoyunlulardan intikam almak için onların maddi mirasını tahrip ettirmiş. Giovanni Angieolello (öl. 1607) adlı İtalyanın söylediğine göre Akkoyunluların türbelerinden kemikleri bile çıkarılıp yaktırılmış.[7] Bu hengame içinde Akkoyunluların yaptırdığı Gökmescid adlı harikulade yapı da tahrip ediliyor. Gerçi bu caminin inşasını Karakoyunlar başlatmış; ama Akkoyunlular tamamladığı için o da tahribattan payını alıyor.
Asıl ilginç olan askeriyedeki cezalı kamyonlar gibi bu yapının da ‘cezalı’ durumunun hâlâ devam ediyor oluşu. Restorasyon ve tarihi eserleri koruma konusunda çoğu Müslüman ülkeden kat be kat ileride olan İran Kültür (Ferheng) Vekaleti ne hikmetse bu camiyi kendi haline bırakmış. Dış cephe ve iç tezyinat çok kötü vaziyette. Yapının 'cezalı' durumu devam ediyor gibi. İçi ise yerel halkın dinlenme ve muhabbet etme mekanı olarak kullanılmakta. Biz burayı gezerken aileler her bir köşede oturup dinleniyor ve muhabbet ediyordu. Ama yapının iç tezyinatının muhteşemliği ve ışık gölge kontrastı bugün de gezenleri büyülemeye devam etmekte.
NOTLAR
[1] Josaphat Barbaro, Anadolu’ya ve İran’a Seyahat, Tercüme ve Notlar: Tufan Gündüz, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2016,s.109.
[2] Barbaro, age.s.110.
[3] Muzaffar Alam, Hindistan'da İslam Siyasi Dil ve Siyaset Kültürünün İnşası (1200-1800), çev. İhsan Durdu, Vakıf Bank Yayınları, İstanbul, 2022, s.50-70.
[4] Bu enteresan adam hakkında Türkçe kaynaklarda bilgi bulamadım. Diyanet Ansiklopedisi dahil. Benim bilmediğim başka kaynaklar bilen varsa bana iletebilirler. Şimdilik bu fakih hakkında tek bulabildiğim birincil kaynak Allam’ın yararlandığını belirttiği Nur al-Din Qazi Khaqani, Akhlāq-i Jahāngiri, India Office Library Londra 2207 künyeli el yazması.
[5] Alam, age.s. 86,102-103.
[6] Sertaç Sarıçiçek, İran Ermenileri Toplumsal Örgütlenme, Hukuki Konum ve Siyasi Faaliyetler, İram, Ankara 2020, s.12.
[7] Seyyahların Gözüyle Sultanlar ve Savaşlar, çeviren ve hazırlayan Tufan Gündüz, Yeditepe, İstanbul, 2017, s.79.