Bir ‘zorbalık imtihanı’ olarak Caligula

Bulgaristanlı yazar Stafen Tsanev'in yazdığı, Baba Sahne’nin Ragıp Yavuz yönetmenliğinde sahneye taşıdığı kanlı komedya ‘Caligula’, despotik rejimler altında ezilen geniş kitlelerin ‘zorbalık ve korkuyla’ imtihanına odaklanır. “Bunca kötülük ancak korku distopyasında yaşam bulabilir kendine fakat baskı ve zulüm beraberinde ‘doğal’ bir başkaldırıyı da getirecektir” diyen Ragıp Yavuz ile Caligula’yı ve Caligula zamanlarının tekrarlayan iklimlerini konuştuk.

Abone ol

Özlem Ergun

DUVAR - Roma İmparatorluğu’nun MS. 37-41 yılları arasında hükümdarlığını yapan Caligula, dünyanın görüp görebileceği en ünlü tiranlardan biri olarak bugün de çeşitli veçheleriyle anılıyor. Zalimliği ile adını uygarlık tarihinin ‘zorbalık’ tarafına büyük harflerle yazdıran Caligula’nın mirası, günümüz diktatörlerinin ‘gözü dönmüş hırsını’, ‘sınır tanımaz acımasızlığın’ anlamak için hala yeterince karakteristik.

Kendisini ‘tanrı’, kız kardeşini ‘tanrıça’, atını da ‘senatör’ ilan edecek kadar ileri gidebilen Caligula için tüm bunlar senatoyu aşağılamak için birer vesileydi. Göstermelik de olsa ülkenin yönetim biçimi kabul edilen Cumhuriyet rejiminin temel prensiplerini yok sayması, başta senato üyeleri olmak üzere kimse için şaşırtıcı olmamıştı. Caligula, kendi heykelleriyle donattığı sarayını ve ‘sefahat’ hayatını büyütürken, hazine boşalınca icat ettiği ‘tuhaf vergilerle’ halkı inim inim inletmekten çekinmedi. Soylularsa mülklerini vererek canlarını anca kurtarabiliyordu -o da şanslı iseler-. Kimi davalara bizzat kendisi bakıyor, verdiği toplu mahkumiyet kararları sonrası işlediği cinayetler olağan uygulamalar arasındaki yerini çoktan almıştı.

İktidarını bu ‘kural tanımazlık’ üzerine inşa eden Caligula’nın çığrından çıkmış ‘korku’ ve ‘kötülük’ imparatorluğu sadece dört yıl sürdü. Kendi muhafızlarından biri tarafından sarayında öldürüldüğünde Caligula’dan bugüne ‘anlatısı’ kaldı. Başta tarih olmak üzere, sosyolojik ve edebi metinlere farklı okumalarla konu oldu.

CAMUS’NÜN CALİGULA’SI

Tiyatro oyunu olarak en bilinen Caligula yorumu Albert Camus tarafından 1938 yılında yazıldığında; İkinci Dünya Savaşı’nın başlayacağı eşikte Almanya’da Hitler, İtalya’da Musolini faşizmi vardır. Camus’nün Caligula’sında; “Olanaksızı elde etme arzusu içinde Ay’ı, Güneş’i fethetmeye kalkan bir tiranın en sonunda ölüme sahip olma çabası”nın aktarıldığı yorumu hakimdir.

ZORBALIK VE KORKUYLA İMTİHAN

Bir başka Caligula yorumu olan Bulgaristanlı yazar Stafen Tsanev'in 1963 yılında yazdığı metin ise merkezine bu kez madalyonun diğer yüzünü koyacaktır. Baba Sahne’nin Ragıp Yavuz yönetmenliğinde sahneye taşıdığı Kanlı Düğün ‘Caligula’, despotik rejimlerin altında ezilmiş geniş kitlelerin ‘zorbalık ve korkuyla’ imtihanına odaklanır.

“Ben mi deliyim, yoksa onlar mı çıldırmış?! Ben mi canavarım, yoksa onlar mı ucube?! Atımı senatör seçen de aynı bu yavşaklar!…Hani aşağılanmaktan, utançtan ve nefretten titremesi gerekiyordu? Cinnet geçirmesi, kudurması, çıldırması, canavarlaşması, hiddetten zıplayıp beni öldürmesi gerekiyordu? O ise yalnızca susuyor!” diyen Caligula karşısında halk ‘edilgendir’.

‘DİLİ KESİLMİŞ’ HALK YA ‘KONUŞURSA’

Oyun da daha çok bu ‘edilgenliğe’ ayna tutar, bu ‘sindirilmiş sessizliği’ mesele edinir. ‘Peki ya şimdi ne olacak?’ sorusuna yanıt arayan metnin cevabı da içindedir aslında. Acımasızlıkta sınır tanımayan Caligula’nın ‘zorbalığı’ kendi sonunu hazırlarken, halkı temsilen ‘dili kesilmiş’ eski bir tragedya oyuncusu olarak sahnede bulunan ve o zamana kadar aşağılanmış/hor görülmüş ‘Mnester’ son hamleyi yapacak olandır.

12 EYLÜL’DEN 15 TEMMUZ’A İHRAÇLAR, SÜRGÜNLER…

Kanlı Komedya ‘Caligula’nın yönetmeni Ragıp Yavuz, 12 Eylül askeri darbesinin ardından İstanbul Şehir Tiyatroları’ndaki görevinden ihraç edildikten ve hakkında açılan davalar nedeniyle 13 yıl yurt dışında sürgün hayatı yaşamak zorunda bırakıldıktan sonra “Nerede kalmıştık?” deyip Şehir Tiyatrolarına geri dönmüştü. Ta ki 15 Temmuz ‘darbe girişiminin’ ardından çıkartılan Kanun Hükmünde Kararname’ler (KHK) ile ‘sosyal medya paylaşımları’ gerekçe gösterilerek bir kez daha ihraç edilene kadar…

Tekrar ihraç kararının ardından ‘inatla’ ve ‘rağmen’ tiyatro yapmayı sürdüreceğini açıklayan Yavuz, bugün Baba Sahne’de konuk yönetmen, Mimar Sinan Güzel Sanat Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak sanat faaliyetlerine devam ediyor.

“Bunca kötülük ancak bir korku distopyasında yaşam bulabilir kendine. Çağımız diktatoryal uygulamalarında iktidarı koruyabilmenin tek yolu, kötülük ve korkuyu her gün yeniden üretmekten geçiyor ancak baskı ve zulüm beraberinde ‘doğal’ bir başkaldırıyı da getirir” diyen Ragıp Yavuz ile Caligula’yı ve Caligula zamanlarının ‘zorbalık ve korku’ iklimlerini konuştuk.

Yönetmen Ragıp Yavuz

Kanlı Komedya ‘Caligula’ adının aksine ‘yönetenden’ öte ‘yönetileni’ merkezine alan bir oyun. İktidarla ilişkisi sınanan geniş kitlelere bir çeşit ‘ayna tutma’ diyebiliriz. Dolayısıyla izleyici açısından son derece ‘kışkırtıcı’, çoğunlukla ‘rahatsız edici’… Gücünü de sanırım buradan alıyor.

Kanlı Komedya'nın öznesi olan Caligula, pagan Roma halkının inançlarıyla alay ederken, -aynı zamanda imparator olduğu da düşünülürse-, dini ve inancı siyasal kullanım haline getirmekte zerre kadar tereddüt etmeyen bir kişilik. Diğer yandan, duruşmalardan, evlilikten hatta fahişelikten bile ağır vergiler alarak yapılandırdığı bir ekonomi anlayışı var. Ve olay M. S. 41 yılında Roma'da geçiyor... Roma'da bir zamanlar toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun bir diğerine karşı eşit sayılan yurttaşların, düzenli aralıklarla seçtiği yöneticilerle siyasal denetimi elinde tuttuğu bir yönetim ve devlet biçimi varmış. Buna, ‘Cumhuriyet’ ve ‘Demokrasi’ deniyormuş. Ama zaman içinde, bir yandan eşit yurttaşlar, ‘eşit’lik kavramlarını ve eşit yaşam biçimlerini yitirirken, diğer yandan ‘seçilmiş’ler de güç ve yetki alanlarını genişletmişler. Bunun sonucunda Demokrasi ve Cumhuriyet yok olmuş. Devleti, hayal bile edilmeyecek baskıcı uygulama ve yöntemlerle ‘İmparator’lar yönetir hale gelmiş.

SEYİRCİYİ ROMALILAR İLE ÖZDEŞLEŞTİREN ANLATIM

Oyunumuzdaki kurguya göre bu durum Caligula'nın ölümünden sonra tam 1.412 yıl sürmüş. 1.412 yıl sonra Roma halkı yine Cumhuriyet'i mi getirmiş? Hayır! Roma İmparatorluğu bir başka devlet tarafından yok edilip tarihe karışmış. Ve yazarımız, bütün bu hikaye boyunca Roma yurttaşlarının ‘Cumhuriyet’ ve ‘Demokrasi'yi geri getirmek için hiçbir adım atmadığı saptamasını yapıyor. Ama bunu yaparken, oyun boyunca salondaki seyirciyi Romalılar'la özdeşleştiren bir anlatıma da yöneliyor. Onları eleştiriyor. Hatta zaman zaman (Oyunda dozunu çok iyi ayarlamak gerekiyordu, umarım başarmışızdır) onlara ‘hakaret’ ediyor. Gişe kaygısı nedeniyle ‘popülizmin’ neredeyse tavan yaptığı sahne sanatları arenamızda tiyatrocunun elini yakacak bir yönelim bu. Olay yıllar öncesinde Roma'da geçer ve "Ne istiyorsun bizden be kardeşim!?" diye sorarlar adama. Verecek yanıtımız varsa ne ala, yoksa, bir seyirci ıssızlığında yok olup gider oyun. Yetmedi, tiyatroyu başımıza da geçirirler.

Siyasallaşmış bir inanç iktidarı, baskı, halkı ezen vergiler ve itiraz eden neredeyse herkesin potansiyel ‘terörist’ ilan edildiği bir yaşama biçimine aşina olduğumuzu düşünüyorum, o nedenle yazarın izleğinden gitmekte tereddüt etmedim ve oyunu yorumlarken bunun gereğini yapmaya çalıştım.

Anadolu’da bir halk deyişi olarak söylenegelen “Zulmün artsın ki, tez zeval bulasın” sözü ile zorbalığın da bir sınırı/sonu olduğuna işaret edilir. Korkunun ömrünü tamamlayıp yerini er geç ‘isyan’ ve ‘mücadeleye’ bırakmasında ekonomik, kültürel, siyasal temellerle birlikte ve bazen ondan da önce insana ait son derece ‘doğal’ ve ‘kendiliğinden’ bir yan da yok mu?

Korku da, isyan ve mücadele de ‘bulaşıcı’dır bence ve her iki yönelimin de ‘doğal’ ve ‘kendiliğinden’ seyrine olmazsa olmaz bilinçli bir ‘iradi müdahale’ gerekir ‘yaptırım gücü’ kazanabilmesi için. Salt korkunun değil, kayıtsızlığın da neredeyse bir yaşam biçimi haline geldiği toplumlarda, mücadelenin önündeki en büyük engeli ise, ‘kendini kandırma’ olgusunda görürüm. Kendini kandırma; örgütsüz, sosyal ve siyasal bilinçten yoksun ve baskı altındaki neredeyse bütün bir toplumun gönüllü olarak oynadığı bir tür ‘hayatta kalma’ oyunu...

‘GAYRI YETER’ DEMENİN ERDEMİ

Gözlemleyebildiğim kadarıyla şu anda en yaygın olan doğal ve kendiliğinden ‘bulaşıcı’ eğilim bu ve etkileme gücü de çok yüksek. Kişi kendini sosyal, siyasal, hukuksal ve ekonomik güvenceden yoksun hissettiğinde ‘yalnızlık duygusu’ ağır basmaya başlıyor ve kaçınılmaz olarak hayatta kalabilmek için inanmadığı işler ve ilişkiler içinde konumlandırabiliyor kendini. Ve hiç eleştirilmeksizin bunu sürekli kılabiliyor. Ne de olsa bu yaşam biçiminin bir jürisi yok, ne yana baksa aynı oyunu oynayan başka bireylerle göz göze geliyor. Hatta belki de hiç kimse birbirinin gözünün içine bakamıyor. "Tencere dibin kara, seninki benden kara", "Her koyun kendi bacağından asılır", o da yetmedi, "Faturalarımı sen mi ödüyorsun?" özlü söz ve gerekçeleri sessizce paylaşılan sırlar haline geliyor. Böyle bir ortamda, isyan ve mücadeleden yana bir ‘doğallık’ ve ‘kendiliğindenlik’ beklemek, en azından bunu ivedilikle ummak ‘ütopya’ değilse nedir? Yine de "Gayrı yeter!" demenin erdeminden kolayca vazgeçmez insanoğlu. Umut biterse hayat da biter.

Yönetenlerin varlıklarını üzerine tesis ettiği, akrabalıkları güçlü, belirleyici iki kavram olmalı ‘korku’ ve ‘kötülük’… Günümüz kamusal alanlarında ve kişilerin zihin dünyalarında korku ve kötülük nasıl yeniden üretiliyor ve yine nasıl oluyor da iktidarlar için bu kadar hayati bir ‘denetleme zemini’ haline gelebiliyor?

Korku ve kötülük, içi boşaltılmış tüm ‘demokrasi’lerde iktidarların kendini ifade etme araçları. ‘Demokrasi olduğunu’ iddia edip de halka özgür ve adil seçimlerle hükümeti seçebilmesi için gerekli bir siyasal düzen işletilmiyorsa bu kötülüktür... İnsanların uygar yaşamda ve siyasette bilinçlice ve etkin biçimde rol alması sağlanmıyorsa bu kötülüktür… Tüm bireylerin insan hakları eşitçe korunmuyorsa bu kötülüktür... Toplum, tüm bireylere eşitçe uygulanan hukuk ve kanun uygulamalarından yoksunsa bu kötülüktür... Ve türevleri...

İKTİDARI KORUMANIN YOLU OLARAK KORKU VE KÖTÜLÜK

Bunca kötülük ancak bir korku distopyasında yaşam bulabilir kendine. Çağımız diktatoryal uygulamalarında iktidarı koruyabilmenin tek yolu, kötülük ve korkuyu her gün yeniden üretmekten geçiyor. Yönetilen halka güç dayatmak başka nasıl mümkün olabilir ki? İşsiz kalmaktan, aç kalmaktan, tehditten, tutsak edilmekten, hatta canından olmaktan korkan yığınlar için bu yaptırım süreçleri uzun yıllara yayıldıkça durum daha da vahim bir hale geliyor. Çünkü kötülük ve korku bir yaşam biçimi halini alıyor, en kötüsü de, buna ‘alışılıyor’. Oyunda da bu saptamaya yönelik, Cladius karakterinin bir repliği var, paylaşmak isterim...

"... Roma Cumhuriyeti’ni hatırlayanlar çoktandır toprak oldu; sonradan doğanlar cumhuriyetin, demokrasi denilen şu şeyin ne olduğunu bile bilmiyorlar, çünkü bütün tarihler çarpıtıldı, bütün kitaplar sansürlendi; demokrasi ve cumhuriyet kelimelerinin üstü çizildi, silindi; bu iki kelime artık dilimizde yer almıyor; halk, zorbalıktan başka bir şey bilmiyor; zorbalıkla emzirildiğinden, zorbalığa anası gibi alışmış ve o yüzden bütün bunları çekiyor; hayır, hayır, çekmiyor, normal hayatını yaşıyor, bunu normal kabul ediyor, hatta hoşuna gidiyor, çünkü başka bir hayat bilmiyor... Şimdi aniden cumhuriyeti ve demokrasiyi ilân etsen, “Halk, sana özgürlüğünü veriyorum!” desen, birden afallayacak."

Siyasi iktidarların bazen ‘yok etme’, ‘sindirme’, bazen türlü çeşit ayrıcalıklar sunarak ‘kontrol altına alma’, ‘ehlileştirme’ girişimlerinden sanatın doğasına ilişkin ne anlamalıyız?

Tiyatro ana sanat dalında 45 yıldır ter döken biriyim ve sanatçının ‘aydın’ olanına inanırım. Bir de, düşündüğü gibi yaşaması ve üretmesi gerektiğine... Tiyatro, sokağın sahnede yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Bunu yaparken sanatçıyı değerli kılanın yetenek, eğitim, deneyim ve birikimi olduğu kadar aynı zamanda seçimlerinin de olduğu gerçeğinden hiç kopmadım. Sonuçta, sanatçı son sözü karanlığa bırakmaz. Diğer yandan tüm totaliter rejimler -özcesi faşizm- sanatı ve sanatçıyı baskı altına almak, yıldırmak, hatta yok etmek isteyebilir, ama değersizleştiremez.

GÜVERCİN VAR… GÜVERCİN VAR…

Bunu becermek, ne yazık ki, yine ‘sanatçı’ların işidir! Samimi gözlemlenirse örneği çok. Biliyorum, düşünce anlamında tartışmasız kabul görecektir bu söylemim. Ama bir de, düşündüğü gibi yaşamak, üretmek ve bazen de bunun bedelini ödemek var. Demem o ki, bir ressam çok değerli bir güvercin resmi yapabilir elbette ama o güvercin ‘barış güvercini’ olduğunda dünya güzelleşiyor bence.

Sanatın tiyatro cephesinde iktidarın baskıları bugün ne düzeyde yaşanıyor? Oldukça fazla özel tiyatronun varlığını izlediğimiz son yıllarda bu durumu neye yormalıyız?

Bu başlı başına bir söyleşi konusu. Bakanlık ve yerel yönetimlere bağlı ödenekli tiyatrolardan, özel tiyatrolara, hatta amatörlere kadar özellikle son 25 yıldır baskı ve yaptırım örnekleri çok hızla tırmandı. 2012'de yayımlanan Muhafazakar Sanat Manifestosu, ardından, İstanbul Şehir Tiyatroları yeni yönetmeliği, TÜSAK yasa tasarısı ve giderek yeni Türkiye'nin Cumhurbaşkanı'na bağlı Kültür ve Sanat Üst Kurulu'nun oluşması ayrıntılarıyla incelenmeli bence. Sansür, işten çıkarmalar, ihraçlar, salonsuzlaştırmalar, özel tiyatrolara devlet yardımındaki partizanca uygulamalar, kapatılan nice salon, AKM, Rumeli Hisarı Açıkhava Tiyatrosu'nun sahnesine inşa edilen mescit ve nice örnek üzerine detaylıca dertleşilebilir.

Ama söyleşinin başında da söylediğimiz gibi, baskı ve zulüm beraberinde ‘doğal’ bir başkaldırıyı da getiriyor. Sanatın genç enerjisi kendini yeniden üretiyor ve güneşin altında yerini alıyor. Koltuklarına ‘müşteri’ değil, ‘seyirci’ bekleyen meslektaşlarımın her gün daha da çoğalmasını diliyorum.

KÜNYE

Yazan: Stefan Tsanev

Çeviren: Hüseyin Mevsim

Yöneten: Ragıp Yavuz

Oyuncular: Levend Öktem, Ahmet Saraçoğlu, Ecem Üstündağ, Pınar Coşkun

Yönetmen Yardımcıları: İdil Trabzonlu, Ali Osman Böcekçioğlu, Nesrin Kahveci

Sahne ve Kostüm Tasarımı: Barış Dinçel

Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz

Müzik: Can Şengün

Koreografi: Yasemin Gezgin

Görsel Efekt Tasarımı: Berkay Yiğitaslan