Bin dokuz yüz doksan dört. Haziran. Şairim, ağabeyim Abdulla
Peşêw, göğsünden hiç çıkarmadığı kalbiyle uzun bir geceye başlar.
Yazacağı şiire bir ad bulmasına gerek yoktur. Şiirin adı, Güney
jargonunda “partî” ve “yekîtî” olarak anılan iki Kürt partisinin
adını çoktan koydukları bir vahşet olarak her sokakta, her dağda
uğulduyordur: “Birakujî” (kardeş katli).
Şairin sözünü şiir yapacağı uzun bir gecedir bu. Her bir dizeyi
sadece bir kere yazar. Pimpirikli şairler gibi dönüp tek bir dizeye
bakmaz. “Ev ne helbest e, helwest e” (Şiir değil, bir tavır bu)
der. Kürtler, “kurt soylu çobanlar” gibi “açlıktan kırılan
çocukları siper ederek” birbirlerinin kanını iştahla döküyorlardır
Hewlêr’de de.
Bütün Hewlêr şairin o gece o şiiri yazdığını biliyordur. Sabah
herkes erkenden uyanır, şiiri dinleyen ilk kişilerden olmayı umar.
Şair uyumamıştır. Evin basık kapısından çıkar. Sokağında biriken
yüzlere bakmaz, onları görmez, onlara selam vermez. Elindeki şiir
ilk kez rüzgâra değerken yüzündeki taze çiyin sesini fark eder. Ama
mutlu olacak bir şey değildir bu. Hatta serçelerin kardeş çağrısı,
hatta erken sabahın toprak kokusu bile. Şair yürür.
“Bugün şiirlik bir gün değil / Kendi kendime terennüm ediyorum
işte / Son derece sade bir dille söylüyorum size: / Kürt olup bir
Kürdü öldüren kişi / Piçtir, alçaktır, pezevenktir!” Şair yürür,
“dağdaki taşlardan da çıplak” bir ulusun sakatlanmış ruhuna
doğru.
Şehir yürür. Dört bir yan bir meydana akar. Kardeşin göğsüne
uzanan namlular merakla susar. Bebeklerin ağlaması kesilir. Anneler
tülbentlerinin ucunu ağızlarına tutar. Bir ayak ve bir kol
değneğiyle yürüyen bir adam durup terini siler. Genç bir kadın
ellerine ellerini ilk kez görüyormuş gibi uzun uzun bakar. Güneş
birbirini iştahla acıtan adamların yüzünde şavkır. Şehir sessizliğe
keser.
Moskova’da yaşadığı öğrenci yurdunun gri yankısını saçlarına
döken şair, iç cebindeki kırmızı zarftaki mektubu ikinci kalbi
bilen şair, bir bahçenin kederli mevsimini süren şair nereden
sapsa, arkasındaki mahcup nehir o yöne doğru değiştirir yatağını.
Enfal’in yetim çocukları, çöllerden türeyen kâbusu görmüş
kadınları, kekeme bir ağaç gibi büyümüş adamlarıyla sessiz bir
kervan, artık özgür ama delik deşik evlerin içinden akıp geniş,
tozlu bir meydana birikir. Şair de meydanın ortasına uzun boyu ve
kıvırcık sakallarıyla varır.
Adı ortalıkta çınlayan şiiri bütün şehir etrafında toplanmamış
gibi, çıldırmış bir şerh gibi okumaya başlar. Kimsenin yüzüne
bakmadan, kimin ikna olduğunu merak etmeden, binlerce başın
üstündeki yerlerde tüten yorgun dumanlara baka baka, okur. Sesinin
karanlık rengi, çıt çıkarmadan dinleyen çocuk ulusun ruhuna
çarpar.
Tek bir dizesi tekrar yazılmamış şiir uzar. Kurumuş pınarları
uyandırır uykudan, gölgeleri kabartır, buzulları ağlatır, mezar
taşlarını toza bular, yaprakları karartır. Büyük şair, başka bir
büyük şairi, doksan yedi yıl önce bin sekiz yüz doksan yedide ölmüş
ölümsüz Koyî’yi çağırır imdada:
Diz çöktüm önünde
Ona secde ettim
Koyî dedim, darmadağınım ben
Eğdi başını
Elini kalbine götürdü
Dedi: Yiğitsen dirilt beni
Dedim: Efendim, İsa değilim ki ben
Nasıl dirilteyim seni, söyle
Dedi: Beni çıkar bu mezardan
Düşmanlığı koy benim yerime!
“Siz” der meydan-ı mahşere, “renkleri de böldünüz siz,
sözcükleri, su ve ateşi, hatta orospuları, hırsızları, soyguncuları
bölüştünüz, el alemin bir tarihi var, bizim iki!” BAAS’ın
başlattığı Enfal tertelesini (soykırım) kırılmadığı sürece devam
ettirecek işlek bir saattir birakujî. Ama şair bölecektir herkesin
uykusunu, saati tuzla buz edecek, dalgaları ayaklandıracak,
mayalanmış havayı kızıştıracak, “iki kör atın çektiği bir faytona”
doluşmuş halkı utandıracak ve o iki kör ata leziz bir menü
sunacaktır:
Üç yıllık birakujînin
Şehitlerinin kaburgalarından
Çetin ve gür bir orman
Yığın önlerine
Yiyecekleri gözyaşı olsun
Üç öğünleri azar azar kan!
Şairin zehirli öfkesi, birbirinin kanını akıtan öfke
kardeşliğini önüne katar. Ceset kokusu tüten dizeler, yeni bir
kesik gibi sıcak bir merakla açılır. Hatta müjdeler:
Müjdeler olsun, ölmüyoruz artık
Önderlik edemeyen önderler sayesinde
Her bir Kürt bir sayıdır artık
Yabancı bankaların bilgisayarlarının belleğinde!
Dizeler sürer hükmünü girgin sözcüklerin. Bakın, der, bakın,
Batı’da güçlü pazuları olan bulaşıkçılara ihtiyaç var. Çöpçülük
için sizden iyisi bulunmaz, Einstein çırak olur size. Mesela Adam
Smith ve Kissenger ezilenlerin yurduna geldiklerinde önce bir çaycı
alırlar konsolosluğa, bir de kapıya tüfekli bir er. Pek başarılıdır
düşmanın stratejisi, ama taktik için boşalır şarjörler:
Bulup birini getirirler soyumuzu kurutmak için
O gelemezse eğer
Bizi birbirimizi öldürmeye alıştırırlar
Kimse ayıplamasın onları
Çoban çobandır hep
Koyunsa koyun
Ölene kadar
Kimse onları eleştirmesin!
Şiir biter, söz kalmaz. Şair geniş adımlarla dün birbirine ateş
etmiş ve yarın birbirine ateş edecek günahkâr denizi Hz. Musa gibi
ikiye yararak Helsinki sokaklarına varır. Bir daha dönmez. Bir daha
dönmeyecektir. Birakujîyi bizzat o başlatmış, o sürdürmüş, o
alevlendirmiş gibi utanca gömülür.
Aradan sekiz yıl geçer. Birakujî biter. Devlet olunur. Beşikteki
bebekler serpilir. Bir kadın ellerine alışır. Sonunda ısrarlı
çağrılardan birini kabul ederek döner. Hewlêr’de hınca hınç bir
salonda şairi beklerler. Şair, kırçıl saçları ve dağdan yeni inmiş
bir pêşmerge gibi yankılı adımlarıyla sahneye yürür. Bu kez,
“burayı Abu Dabi gibi yaptınız bakıyorum, ama kültür nerede?” diye
sorar. O salonda okuduğu her şiiri bir ağızdan yankılayan iki bin
kişi dahil kimse onu anlamamıştır. Çürüdü, bir daha yeşermez denen
birakujî tohumu, on beş yıl sonra bu kez Şengal’de filiz verir!
Birakujî ne midir? Birakujî, hiçbir Kürdün duymaya tahammülü
olmayan bir sözcüktür. Bütün Kürtlerin bir olup beraber işledikleri
bir cinayettir. Bütün Kürtlerin bir olup işledikleri cinayete
beraber tanık olmalarıdır.
Ama ruhumuzun dibindeki bu vahşi dürtüyü unutmuştuk nicedir.
Hayatımızdan çıkmıştı. Bir cinayet işlemiş, bu cinayete tanıklık
etmiş ve herkesin unuttuğunu sanmıştık…
Birakujî, her birimizin şiir yazmadan, sabahlamadan, bir meydana
yürümeden, yüzünde taze çiyin sesini fark etmeden, kirli bir
kalabalığı ikiye bölmeden de her şeyi terk edip dünyanın en uzak
köşesine gideceği, tarihteki bütün kabahatleri işlemiş gibi başını
ellerinin arasına alarak ölünceye kadar dışarıya bakamayacağı bir
şeydir!